100 Milyon Yıllık Ayak İzleri

This slideshow requires JavaScript.

Hong khai’ye olan yolculuğumuz sırasında geçtiğimiz yol üzerinde bazı dinazor heykelleri ile karşılaştık. İssan bölgesinin bu bakir ve yeşil doğasında yolun iki kenarında yer alan dinazorları görmek bize hiçte olağanüstü gelmedi. Burada doğa o kadar büyük ki, dev ağaçların yanında yeralan dinazorların ufalmaya başladıklarını görebilirsiniz. Burada ki dev doğanın içinde dinazorlar gerçekten de yaşıyorlar gibi.

Bu yakınlarda Issan bölgesinin merkezine doğru, adını unuttuğum bir kentte dinazor müzesi olduğunu haritaların birinde görmüştüm. Bu yüzden de bu yol üzerinde dinazor heykelleri görmek beni pek şaşırtmıyor. Fakat tur boyunca bisiklet üzerinde geçen vaktimin bir kısmını bir müzede harcamak istemiyorum. Buna rağmen dinozorlar için bir müze yapılacaksa eğer burasının olabilecek en doğru yerlerden birisi olduğu kesin. Daha önce Frankfurt’ta bir dinazor müzesine gitmiştim. Frankfurt’un o sevimsiz banka binalarının arasında ki bu müzede ki dinazorlara baktıkça insan, dinazorların böyle bir şehirde yaşadığı, sabahları kalkınca o yüksek banka binalarının birisinde ki işine gittiği, akşamları alışveriş yaptığı, kafelerde bir şeyler içtiği izlenimine kapılıyordum. Bunun 230 milyon yıl önce böyle olmadığını bilsemde, milyonlarca yıl öncesi hakkında hiç bir şey bilmediğimden bu izlenimin yerine başka bir şey koymak kolay olmuyordu. Ama burada dinazorları neredeyse doğal ortamlarında hayal edebilirim. Çünkü aylardır bir dinazorun çıkma ihtimalini barındıran ormanların arasından geçiyoruz sanki.

Çok geçmeden dinazorlar bizi görmemizi istedikleri yere 100 milyon yıllık ayak izlerine doğru götürüyorlar. Yol kenarında yer alan dinazorlara ait ayak izleri mutevazi bir saçakla koruma altına alınmış. Saçak altında yağmurdan korunan ayak izlerini görmek ve bunların 100 milyon yıllık olduğunu duymak insanı şaşırtıyor. Rastgele bir izin 100 milyon yıl saklanmış olması, çok ender olayların bir araya gelmesi ile mümkün olabilir ancak.

Burada ki ayak izleri 3 ya da 4 farklı dinazora ve bir kaç timsaha ait. O zamanlardan bu güne dek yaşayan tek canlı timsahtı hatırladığım kadarı ile. Açıklama yazısında ise dinazorların dünyaya 230 milyon yıl önce geldikleri ve 165 milyon yıl yaşadıkları yazıyor. Yani 65 milyon yıl önce sebebini kimsenin bilmediği bir şekilde ortadan kaybolmuş dinazorlar. Bu 165 milyon yılda ise dünya üzerine iz olarak sadece bir kaç ayak izi bırakmışlar. Modern insan ise sadece 100 000 yaşında. Yani 100bin önce dünyaya gelmiş. Her yüz yılda 3 jenerasyon olacağını düşünürsek, sadece 30 bin defa üredikten sonra insan dünyayı bu günkü haline getirmeyi başarmış. Özellikle son bin yılda dünya üzerinde iz bırakmayı başarmış ve son 100 yılda dünya için bir tehdit haline gelmeyi başarmış. Yüz yıl içinde ortaya koyduğu teknolojiyi besleyebilmek için gereken enerjiyi elde etmek için dünyayı yakmaya başlamış. Yüz yıl sonrasını bu hızla devam ederse kimsenin tahmin edemeyeceği bir yönde gidecek ve belkide dinazorlar ile aynı kaderi paylaşacağız.

Açıklama metininde verilen bilgilere bakınca 165 milyon yıl yaşayan dev canlıların yanında neredeyse 1sn gibi kalan ufak bir zaman diliminde yaşayan insan gerçektende inanılmaz bir yerde şu anda. Bisikletlerle yola devam ederken aklım hep bu düşüncelerle dolu oluyor. Bisikletime bakıyorum. Sadece vites sisteminin aynısını yapma görevini 100 yıl önce yaşayan bir insana verseniz o insan için imkansız bir görev olurdu bu. Benim için bile en ufak bir aleti ilkel koşullarda yapmak imkansızdır. Ama insanın nasıl yapıldığını bile bilmediği aletleri üretmek gibi bir yeteneği var. Mesela bir bilgisayarı tek başına üretebilecek birisinin olduğunu sanmıyorum. Ama yüzlerce farklı dalda uzman bir araya gelip yeni ürünü ortaya çıkarabiliyor. Bunu 2 kere 2 eşittir 5 denklemine benzetiyorum. Farklı insanlar farklı ürünler ortaya koyabilirler ama ortaya çıkan ana ürün, farklı ürünlerin toplamından daha fazladır. Yani bir insanın üretim kapasitesine bakıp dünyada ki insan sayısı ile çarpınca insanlığın üretim kapasitesinden daha az bir değer buluruz. Aynı şey ne yazık ki insanların verdiği zarar içinde geçerli. Bir insanın zarar verme oranına bakıp, çarpma işlemi ile insanlığın vereceği zararı bulmak mümkün değildir. Mesela bütün çinlilerin aynı anda sıçraması ile bir deprem yaratamayız ama, bir kaç bilim adamı ile tüm insanlığın sonunu getirebiliriz. Bu yüzden de ne kadar bu dünyaya tutunacağımızı, ne kadar zarar vereceğimizi ve kendimizi ne zaman yok edeceğimizi tahmin etmek gerçektende zordur. İnsan doğası gereği her şey biranda olacaktır.

Nong Khai Ve Yeni Tur Arkadaşımız

This slideshow requires JavaScript.

Nong Khai’de iki gün kalmak için seçtiğimiz guest house bakımlı ve geniş bahçesi ile yoldan geçenlerin dikkatini çekmeyi kolaylıkla başaran, sevimli bir yer oluyor. Burası şehirde bulduğumuz ilk yer aynı zamanda. Guest House’ın bulunduğu sahil şeridi ise o kadar kalabalık bir yer ki, bu kadar geniş bir bahçesi olduğuna insan şaşırıyor. Çünkü sahil şeridinde gh yi geçip 300m kadar daha ilerseniz, bizim kapalı çarşı benzeri bir çarşının girişine gelirsiniz. İndoçayna marketi denilen, ve Mekong’a paralel 1km kadar devam eden bu market şehrin en kalabalık yerlerinden bir tanesi. Ve bu marketin ana kapılarından bir tanesi bizim kalmış olduğumuz guesthouse’a bakıyor.

Odaya yerleştikten sonra ben biraz yanlız dolaşıyorum ve yiyecek bir şeyler arıyorum. Şehirlerde sebepsiz dolaşmayı sevmem. Bir şehir yeni bile olsa sadece nerede ne var diye dolaşmak bana bazen tembellik gibi gelir. Bu yüzden de bazen kendim için görevler belirlerim. Mesela lokal marketlerde İngilizce gazete bulmak, bir bisikletçi bulmak ya da dikişi seti bulmak gibi. Bu sayede şehirlerde odaklanmam gereken şeylerin sayısını azaltırım. Aradığım şey üzerine odaklanırım ve bu belkide insanlar ile iletişime geçmemi kolaylaştırır. Burada insanlar yardımcı olmayı sevediklerinden aradığınız şeyi anladıklarında sizinle hemen iletişime geçerler ve sizi başka yerlere yönlendirirler. Bu yüzden de bulunması kolay olmayan şeyler sizi insanlarla daha uzun bir iletişime sokar. Bu şekilde aradığınız şeye göre şehrin bisikletçi haritasını yada dikiş seti haritasını oluşturabilirsiniz. İşte bende bu şekilde şehirde dolanıyor ve bozulmuş olan su ısıtıcımızın yerine yenisini bulmaya çalışıyorum. Bu sefer seçtiğim nesne bulunması zor, ama almaya değmeyecek kadar kalitesiz olanlarını bir kaç mağazada bulabiliyorum. Bu şekilde dolaşırken şehirde tur yapan bir başka bisikletçi daha görüyorum. Nedense burada başkalarınında bisiklet turu yapabileceğimi unutmuşum. Sanki tek tur yapan bizmişiz gibi geliyor bana. Guesthouse’a geri döndüğümde bahçede bizim bisikletlerimizin yanına park etmiş bir başka bisiklet görüyorum. Bunun tur yapan birisine ait olduğunu anlamakta zorluk çekiyorum fakat daha sonra bisikletin sahibi ile tanışınca bisiklette ki bu durumu anlamak kolaylaşıyor.

Aslen Hollandalı olan ve şimdi Avusturalyada üniversitede öğretmenlik yapan yeni bisikletçi güzel anlatımı ile bizimle bisiklet serüvenini paylaşıyor. Endonezyada ki anılarımızı, yaşadığımız zorlukları birbirimize anlatmamız iki gün sürüyor. Bisikletçimizin bisikletinin durumuna gelince ne yazık ki Tayland’da yapmış olduğu bir kaza buna sebep oluyor. Yaklaşık 15 yıldır kullandığı bisikletinin kadrosunu Bangkok yakınlarında bir kentte yaptığı kaza sonucunda kırıyor. Bisikleti ve eşyaları ile Bangkok’ta yeni bir bisiklet alması gerekiyor. Eski bisikletinin parçaları yeni bisiklet kadrosuna uymadığından ve sadece kadro bulmak hem daha zor hemde daha pahalı olacağından eski bisikletinin parçalarını, bisikletçide tanıştığı tur yapa başka bisikletçilere satıyor ve komple yeni bir bisiklet alıyor. Bu yeni bisikletin tur yapan birisine ait olduğunu ancak uzun süre kullanıldığı belli olan deri selesinden anlamak mümkün. Tur yapıyorsanız ve tur uzun sürecekse sele çok büyük bir problem olabilir. Bu yüzden de sele bisikletçiler için en önemli parça olmuştur. Kötü ya da alışmadığınız bir sele ile tur yapmak zorunda kalırsanız eğer, en iyi ihtimalle bin km boyunca poponuzda acı hissedeceksinizdir.

Yeni arkadaşımız ile aynı mekanda kaldığımız süre boyunca ufak sohbetler yapıyoruz ve birbirimizin aynı yöne gideceğimizi bilmemize rağmen son ana kadar birlikte bisiklete binmeyi birbirimize önermiyoruz. En sonunda sabah bisikletlerimizi hazırlamadan önce kahvaltılarımızı yaparken birlikte yola devam etmeyi öneriyorum ve kabul ettiği bu teklif sayesinde önümüzde ki 3-4 gün boyunca geçtiği yerleri farklı gözlerle görecek, farklı hikayeleri olan bir bisikletçi ile yolculuğumuz başlıyor. Turun bu kesimi bize Mekong’un en güzel göründüğü yerlere götürüyor ve ilk defa yolumuz Mekongla arasına irili ufaklı köyleri almadan, nehrin kenarında, Lao manzarasına hakim devam ediyor. Mekong’da yaptığımız 3 haftanın sonunda ilk defa mekong ile yan yana bisiklete binme şansını buluyoruz. Ne yazık ki bu şanslı an sadece 30km kadar sürüyor ve gün bitimine yakın Sangkhom kentine gelmiş oluyoruz.

Şehrin polis karakolundan kamp yapmak ya karar veriyoruz. Yeni arkadaşımız ilk defa karakolda kamp yapacağı için kendisini biraz rahatsız hissetmesine rağmen, aradan geçen bir saatin sonunda polislerden bir kaçı ile tanışınca rahatlıyor. Karakolda yanımıza gelen ve bize yardımcı olmak isteyen insanların samimiyeti karşısında, her seferinde “bunlar çok iyi insanlar” diye şaşkılığını belirtiyor.

Yolculuğun ilk günü birbirimize başımızdan geçen kötü olayları, çözmek zorunda olduğumuz sorunları anlatmayı tercih ediyoruz. Aradan zaman geçtikçe bu tür sorunlar insanları gülümseten anılara dönüştüğünden olsa gerek bisikletçiler yaşadıkları problemleri anlatmayı sevmişlerdir herzaman. Endonezyada ki zorluklar, Tayland’da yapmış olduğu kaza, tura ilk başlangıcı, banka kartını unutması, parasız kalması gibi anılar, bulduğu çözümler onun bize anlattığı hikayelerden oluyor. Tayland’ın insanı güvende hissettiren yapısı yüzünden olsa gerek insan burada diğer ülkelerde ki zorlukları hatırlarken buluyor kendini.

Sohbetimizin bir kısmında da henüz yeni bitmiş olan Tour of Turkey’den bahsediyor. Burada fırsat buldukça takip etmeye çalıştığını, yaşırları interetten izlemeye çalıştığını söylüyor. Tour of Turkey’in Ülkemizin tanıtımında ne kadar etkin olduğu, hangi kesime hitap ettiğini tartışmak isteyebilirsiniz, fakat yeni bisiklet arkadaşımız için İzmir, Marmaris gibi kentlerin yerlerini tarif etmek derdinden beni kurtardığı kesin. Tur boyunca bisikletçilerin geçtiği şehir isimlerini hatılardığı için, Türkiye’nin sadece İstanbuldan ibaret olmadığını, başke şehirlerinde olduğunu biliyor.

Ayrıca sohbetimizde büyük kentlerden de bahsediyoruz. Büyük kentlerde insanların birbirinden korkmalarını, birbirlerine potansiyel suçlu gözü ile bakmalarını tartışıyoruz. Ufak yerleşimlerde insanlar birbirlerine daha rahat güvenirken, İstanbul gibi kentlerde insanlar karşısında kinin kendisine zarar vereceğini düşünür herzaman. Tanımadığı milyonlarca insan arasında yaşarken herkes birbirinden gizli bir şüphe duyar ve aslında hayatı kendisi için daha zor hale getirir. Ufak bir paranoya havuzunun içinde, binlerce ufak korku ile yaşar. Bu yüzden de hayatı kendisi için biraz daha stresli hale getirir. Bundan sanki zevk alıyormuş gibi, bu durumu desteklemek belgelendirmek için gazetelerde bu tür haberleri okur, bu tür haberleri hafızasında saklar. Burada şehirlerden ve bahsettiğim olumsuzluklardan uzakta bir kaç gün geçirmek tüm bunları fark etmiş için yeterli bir süre oluyor.

Her bisikletçinin birbirine katacağı bir şey vardır. Bisikletçiler tur esnasında birbirleri ile bilgilerini paylaşmayı severler. Malezyada tanıştığı ve 11yıldır yollarda olan bir kaç günlük bisiklet arkadaşından öğrendiği mangoyu soymadan yeme tekniğini bizimle paylaştıktan sonra ertesi gün turumuza erken başlamaya ve saat 6:30 7:00 gibi yollarda olmaya karar veriyoruz. Bu bir çok bisikletçi için normal bir saat olsa da biz bu turda neredeyse hiç erken bisiklete binmeye başlamadık, sabahları erkek kalkmamıza rağmen vaktimizi güzel bir kahvaltı yaparak yada sabah kahvelerini içerek harçadık. Fakat aramızda yeni bis bisikletçi olduğundan ve birbirimize saygı göstermemiz gerektiğinden sabah erken kalmaya karar veriyoruz. Yeni bisiklet arkadaşımızın bize kattığı yeniliklerden bir kaçı bunlar. Kim bilir biz ona ne gibi yenilikler katmış olduk; yeni kamp yerlerini aklına getirmek, akşam kahve keyfi yapmak için yeni icatlar göstermek vs gibi.

Sangkhom’dan sevgilerle, polis karakolu, kamping.

Nong Khai ve Köyler Üzerine

This slideshow requires JavaScript.

İssan’da bir türlü kaldığım şehirlerin isimlerini aklımda tutamadım; hangi kent neresiydi, hangisi önceydi, hangisinde sahilde kamp kurmuştuk, hangisinde tapınakta kalmıştık hepsi bir birine karışıyor. Bütün kentler yolun sağ tarafında ve Mekong Nehri kenarında yer alıyor. Ayrıca aşağı yukarı bütün kentler aynı büyüklükteler. Bu yüzden bütün bir çok kent birbiri ile benzer özellikler gösteriyorlar. Sonlara doğru bir kaç kent diğerlerinden farlı büyüklükte ve farklı karakterde. Bu yüzden de hafızamda yer ediyorlar. Ne yazık ki onların farklı karakterleri, gelişmiş ve biraz kirlenmeye başlamış olmasından kaynaklanıyor. Çünkü artık Laos’un başkenti Vientien’e 40km mesafedeyiz ve iki ülkeyi birbirine bağlayan ve üzerinde en fazla trafiği barındıran köprünün dibindeyiz. Bu yüzden de burada ki şehirlerde uzun bir aradan sonra ilk defa yabancılar için mekanlar,batı yemekleri, seksi kızların çalıştığı barlar görmeye başlıyoruz. Bu durumun çok fazla devam edeceğini sanmıyorum. Çünkü bu bölge bir kaç gün içinde Nan bölgesine bağlanacak ve Nan bölgesinin bakir kalmasının asıl sebebi olan dağlık yapısı yarından itibaren bu bölgeyi de etkileyecek, yollar uzun bir aradan sonra inişli çıkışlı olmaya başlayacak.

Coğrafya burada yer alan şehirlerin kaderini belirleyen en önemli etken. Eğer Tayland’da bir dağın tepesindeyse, ya da komşuları ile arasında ki yollar dağları aşarak geçmek zorundaysa bu şehirler diğerlerine göre daha ufak kalıyorlar. Fakar burada ki ufak kentlerde bile ince bir zevk, temizlik, güzellik ve aktif bir sosyal yaşantı görmek mümkün oluyor. Elif’in burada ki kentlerden geçerken bir kaç defa “biz neden böyler evlerde yaşamıyoruz” dediğini hatırlıyorum.

İlk defa Almanya’ya gittiğimde iki kardeş Tübingen yakınlarında bir ormanda yer alan bir köye gitmiştik. Köy aynı Tayland’da ki gibi ince bir zevkle işlenmiş, keyifli bir hayatın ürünü olmuştu. İlk defa aklıma orada gelen ve bir türlü çözemediğim bir problemi şimdi tekrar hatırlıyorum. Problem şuydu; aynı koşullara sahip, izole iki alanda insanlar neden birbirinden daha farklı kalitede yaşıyorlar? Daha açık konuşmak gerekirse burada ki kentler ya da Almanyada gördüğüm o köy ince bir işçiliğin ürünüydü. Yollarda yürümek bir zevkti, çünkü yollar ince bir işçilik ile yapılmışlardı, evlerde kaliteli malzemeler kullanılmıştı, bahçeler düzenlenmişti, bahçe çitleri, mobilyaları heğ özenle seçilmiş şeylerdi, dükkanlar, kafeler otobüs durakları hepsi belli bir kalitenin üzerindeydi.

Ben çocukken bir kaç köy gömüştüm, mesela manavgatta babamların köyünü hep toz toprak içerisinde hatırlarım. Yollar döşenmemişti. Sadece arabalar üzerinden geçtikçe yamulup kısmen çökmüş toprak bir yol vardı. Evler boyasız ve bakımsızdı. Köy meydanı denilen şey ise bir ağaç ve altında ki kahveden ibaretti. Kahvede oturan insanlar yine o biçimsiz toprak zeminine dağılmış sandalyelerde oturuyorlardı. Köy tamamlanmamıştı.

Şimdi ise bisiklet turu yaptıkça durumun pek değişmediğini, köylerimizin çoğunlukla aynı bakımsızlıkta olduğunu görüyorum. Peki neden Tayland’da, Almanya’da insanlar ufak köylerini bu kadar keyifli, ince bir işçilikle yapıyorlarken, Türkiye’de ki köyler neden bu kadar bakımsız kalıyorlar? Cevap gelişmişlik mi? Sanırım hayır, çünkü Türkiye ekonomik gelişmişlik bakımından iki ülkenin arasında yer alıyor. Hatta Endonezya bütün bu ülkelerden daha az gelişmiş olmasına rağmen bizde ki köylerden daha güzel köyler yapmayı beceriyor. Peki cevap ileri yada geri olmak mı? Bu da değil bence. Peki ya çoğrafya, bu coğrafyada olmak yada o coğrafyada bulunmak mı? Değil son iki soru içinde Şirince köyünü ele alalım. Yüz yıldan daha uzun zaman önce yapılmış olan bu Rum köyü etrafında ki bir çok köyden daha iyi bir mimaridir. Neden bu köyde Türk geleneğinde yapımı en sona bırakılan yollar yapılmıştır ve bütün köy yolundan okuluna, kahvesine kadar tamamlanmıştır.

Bence cevap sosyal hayatımızda saklı. Çünkü bizim sosyal yaşantımız iki adettir. Bunlardan hangisini yaşayacağımız ise cinsiyetimiz tarafından belirlenir. Birisinin daha sosyal ya da daha özgür olup olmaması önemli değildir. Önemli olan iki sosyal yaşantının birbiri ile karışmaması, ilişkiye girmemesidir. Bu durum mimarimizi şekillendirmiştir. Evler dışa kapanmaya başlamış, sosyal yaşantı korunmak için ev içine kapatılmıştır. Evlerde kapalı avlular oluşmaya başlatılmış ve bu alan ailenin sosyal yaşantısını belirlemiş. Yani ev dışında ki alanlar, yollar, pazarlar, parklar unutulmuş, önemini kaybetmiş. Mimari evlere hatta evlerin içine odaklanmış. Güzel olması gereken, önemli olan evler olmuş. Tayland’da evleri çepecevre saran ve ev halkının keyifle vakit geçirdiği dışarıya açık ve güzel bahçeleri yerine duvarlar ardına gizlenmiş avlular yapılmış. Bu avlunun içinde gördüğümüz şeyler bizim dünyamız olmaya başlamış ve bu dünyayı güzelleştirmeye çalışmışız. Tayland’da ise yaşanılan dünya’ya sokaklar da dahil olmaya başlamış, komşunun bahçeside dahil olmaya başlamış ve her şey birbiri ile birleşmeye başlamış.

İnsanlar gördükleri şeyleri güzelleştirmek isterler. Ama neler göreceğini insan kendi seçer. Türkiye’de ve Suriye’de gördüğüm tozlu köylerde insanlar görüş alanlarını avluları ile sınırlandırmışlar, dışarının varlığını unutmuşlar. Bozulmaya bırakmışlar. Tayland’da ise insanlar herşey görmeyi seçmişler ve ellerinden geldiği kadar herşeyin bakımını üstlenmişler.

Türkiye’de güzel köylerin de olduğunu inkar etmiyorum. Bu yüzden kimse alınmasın. Ben sadece farklı coğrafyalarda, yollarda ilerlerken gördüğüm farkları yazmaya çalışıyorum. Benim için önemli olan mimarlık kitaplarımdan okuduklarım değil, yol üzerinde gördüklerim. Okuldayken bir proje için Kula’ya gitmiştik. İzmir yakınlarında, Manisanın bir ilçesi olan Kula evleri mimari ile ün yapmıştır. Ama güzel bir ev ve köy görmek için otobüsle mimarlık öğrencilerini 3 saat uzağa götürüyorsanız ortada gene bir sorun var demektir. Bisikletle bu bir günlük yol demektir. Ve bir gün boyunca göreceğim bir kaç güzel ev bu teorimi çürütmek için yeterli değildir.

Nong Khai’den sevgilerle.

Kamboçya

This slideshow requires JavaScript.

Kamboçya aynı Laos gibi yakın tarihinde savaşlara tanık olmuş bir ülke. Geçmişinde tarihin en büyük iç savalarından birisi yapılmış ve ülkede insan avı başlatılmış. Ölen insanlardan geri kalan üzüntü ve nefret hala bu ülkede insanların içinde. Bu yüzden de burada bisiklete binmek bana göre değil. İnsanlar yaşanan kirli tarihten, kirlenmiş geçmişlerinden dolayı inançlarını, ideallerini kaybetmişler gibi her türlü yalanı, dolandırıcılığı meşru saymışlar. Burada bir kaç, her nasılsa bozulmamış Kamboçyalı ile tanışmak mümkün, fakat o bir kaç insanın haricinde ülke sizi çileden çıkaracak kadar bozukmuştur. O bir kaç iyi insan ise, sizde Kamboçya ile ilgili bir kaç güzel olarak kalacak, ülkenin tarihinde o kanlı korku dolu geçmiş olmasaydı yaşayanların ne kadar düzgün insanlar olabileceklerini size hatırlatacaktır.

Daha sınırda Kamboçya bizi karşılamakta gecikmedi ve bozulmuş insanlardan oluşan, para peşinde koşan bir grup kamboçyalı avcıyı üzerimize saldı. Bunlar sınır kapısında bekleyen ve size zorla vize vermeye çalışan kamboçyalılardı. Daha önce tanıştığımız bisikletçilerden dolayı vizenin içeride alındığını ve dışarıda bize zorla vize satmaya çalışanlardan uzak durmamız gerektiğini biliyorduk. 5 usd fazla kazanmak için bizi yoldan çeviren zorla ofislerine sokmaya çalışan insanları atlatmak için ofislerine kadar gittik ve aniden geri dönüp bisiklet ile hızlanıp sınır kapısına geldik. Tayland’dan çıkmak kolay oldu. Ardınan kamboçya vizesini alacağımız ofise gittik ve 5dk da vizelerimizi aldık. Pasaportlarımızı bize getiren adam bizen 100 baht bahşiş istedi fakat oralı olmayınca kısa sürede 100baht paradan vazgeçti. Bu şekilde Kamboçya’ya girmiş olduk.

İlk iş olarak paramızın ufak bir kısmını USD olarak eğiştirdik. Burada Dolar her yerde geçerlidir. Hatta bankadan para çekmeniz gerekirse makinalardan paranızı Kamboçya parası olarak değil dolar olarak alırsınız. Biz sadece 50usd değiştirdik ve bu para ile Siem Riep’e kadar gitmeye ve orada bankadan para çekmeye karar verdik. Daha sonra Siem Riep’te tanıştığımız bir genç sınırda gerçektende çok düşük bir kur ile büyük miktarda para bozdurduğunu ve kazıklandığını ancak bir kaç gün sonra anladığını anlatınca sınırda fazla para bozdurmamak ile ne kadar isabetli karar verdiğimizi anladık.

Kamboçya’da Siem Riep’e ulaşmak için sadece iki gün bisiklete binmemiz gerekmesine rağmen yol o kadar sıkıcıydı ki bizim için bitmek bilmedi. Kamboçya’da daha önce bisiklet turu yaptığımda yollar çok tehlikeliydi. Kafanıza pet şişe atan insanlar, bozuk yollar sizi o kadar zor durumda bırakıyordu ki sıkılmaya vakit bulamıyordunuz. Ama şimdi önümüzde ki iki günlük yol düz ve genişti. Yol üzerinde gözlerinizi oyalayacak hiç bir şey yoktu. Bu yüzden de sadece konsantre olmak, ileriye bakmamak ve bisiklete binmek gerekiyordu. Bu tür yollarda ileriye baktığım zaman her şey duruyor, hiç bir şey değişmiyor gibi hissederdim, bu yüzden de hiç bitmeyecekmiş gibi gelirdi. Bu durağanlık insanın bütün enerjisini bitirirdi.

Burada yollarda traktör benzeri araçlar vardı. Onların arkasına gizlenip rüzgardan kendinizi koruyarap öndeki araç ile birlikte 30km ortalam hızla ilerlemeniz mümkündü. Burada ki yolun bir an önce bitmesini istiyor ve sınırı geçmeden önce sabah yaptığımız yüksek tempolu bisiklet kullanımından sonra bir an önce otelde olmak istiyorduk. Çok zaman geçmeden böyle bir araç bulup arkasına gizlendik. Bu sayede yolu kendimizi çok fazla yormadan bitirebildik. Fakat bu düz ve sıkıcı yolda ben bir anlık bir dalgınlık sonucu dengemi kaybedip bisikletten düştüm. Fakat nedense komik bir düşüş oldu ve önce iki elimi yere koydum ve yeni aldığım eldivenlerin yerde sürtünürken çıkardıkları sesi duydum ardından hemen ayağa kalktım. Önce bisiklete baktım, her yeri çantalarle kaplı olduğundan bisiklete bir zarar gelmesi imkansızdı ama çantalarda olacak ufak bir zarar benim çok canımı sıkabilirdi. Hiç bir şey olmamıştı. Bisiklet, çantalar, kameram herşey sapasağlamdı. Bende de bir çizik birle yoktu. Düz yollar daha tehlikesiz görünselerde daha kolay kaza yapılan yollardır. Bu tür yollar sizi hipnotize eder gibi yavaş yavaş uyutur, reflekslerinizi zayıflatır ve hata yapmaya iter. Bu tür yollarda eğer yorgunsanız, yorgunluğunuzu unutmak için devamlı çaba harcar, yola konsantre olmaya çalışırsınız ve en sonunda basit hatalar yapmaya başlarsınız, bazen sebepsiz yere yoldan çıkar bazende ayağa kalkarken bisikletin dengesini bozarsınız. Ben bu ufak kazada şanslıydım. Çünkü insanın bu en dalgın zamanında yapacağı ufak bir kaza ciddi sonuçlara sebep olabilirdi. Mesela ilk kazam gene bana ve bisikletime hiç bir şeyin olmadığı ama normalde bir insanın yapmayacağı türden bir kazaydı. O zaman Suriye’deydim. Geride bıraktığım deneyim dolu 12 binden fazla km ile artık kendimi iyi bir bisikletçi sayıyordum. Bu deneyimli bisikletçi hayalim bir anda yaptığım ufak bir kaza ile bir anda yerle bir oldu. Marmusa denilen manastıra, Şam dönüşü ikinci kez gidişimde yolu zaten biliyordum, bu yüzdende kaç saatte manastıra varacağımı merak ediyordum. Daha öncesinde aynı yolu ispanyol yol arkadaşım İgnasi ile birlikte aldığımızdan ve kendimizi yolun büyüsüne kaptımış olduğumuzdan, yol sanki bir dakika içinde bitivermiş gibi gelmişti. İşte km saatinde kaç km deyim, saat kaç gibi bilgilere odaklanmışken bir arabaya çarptım. Hızım 18km/h’di. Çarpmanın etkisi ile Km saatim havalanıp uçtu ve Km saatimi havada yakaladım ve yerde yuvarlanırken bile elimden bırakmadım. Çarptığım arabada kimse yoktu. Araba park etmiş bir arabaydı. Tüm hata bendeydi. Duran bir aracı bisiklet üzerinde ufak bir alet ile oynamaya kendimi kaptırdığımdan fark etmemiş, fren sıkacak vakti bile bulamadan çarpmıştım. Yapılan basit kazalara bir örnek işte. Bu tür kazaları önlemek diğerlerini önlemekten daha zordur.

Bazi bisikletçiler çok daha dikkatlidirler ve bazıları ise serüvendir. Fakat bu kaza yapmayacakları anlamına gelmez ve bence bu durum deneyimle alakalı değil, kişilikle alakalıdır. Mesela Laos’ta ilk durumda tanıdığım bir bisikletçi vardı. 70 yaşlarında olsa gerek şimdi. Adam isminde Avusturalya’lı olan bu bisikletçi zamanında bir günde 450km mesafeyi yapmıştı. Fakat yokuş inişlerinde saatlerce sizi bekletmek gibi bir huyu vardı. Çıkışlarda ise benimkinin iki kat ağırlığında yükü olmasına rağmen onu yakalamam mükün olmuyordu. Bu bisikletçi bana göre durumunun farkında olan bir bisiletçiydi ve olaylara mantıklı yaklaşıyordu. Biraz annanem gibi düşünsede bence, Laos gibi bir yerde yokuş inişinde biraz adrenail için yapacağınız bir kaza saatte belli hızların üzerindeyse ya sizi öldürecek ya da yaşadığınıza pişman edecektir. Hele 70 yıllık kemikler ile donatılmış böyle bir bisikletçinin vücudunda oluşacak hasar ve kırıkların iyileşmesi çok uzun sürecektir. Benim için bile yokuşta 70km/h hız ile inerken yaşanacak bir aksilik en iyi ihtimal ile turun bitmesi demektir. Bu yüzden de bu tür anlar tur yapmak isteyen bisikletçiler için önemli anlardandır. Ve bu aşamada bisikletçiler mantıkla değil karakterleri ve içgüdüleri ile hareket ederler. Ben bu turda en fazla 80km/h hız gördüm ve hala acaba nerede daha hızlı iniş var diye düşünüyorum. Elif ise çocukluğundan beri bir düşüp yerlerini sakatlamanın verdiği eğitim ile hiç bir zaman belli bir hızın üzerine çıkmamıştır, aynı bizim Adam gibi.

Kamboçya’da Sisophon ilk kalacağımız kent oldu. Burada akşam yemeğinde bir bisikletçi ile tanıştık. Kendisi uzun bir bisiklet turuna başlamış kız arkadaşı ile birlikte ve bu tur için özel bir tandem bisiklet almışlar. Bu bisikletin ön kısmında oturan kişi sanki bir şezlongta gibi yatarak pedal çeviriyor, arkadaki kişi ise bisikletin kontrolünü elinde bulunduruyormuş. Bisikletin ne kadar rahat olduğunu bilemiyorum fakat normal tandemlerde ki gibi arkadaki kişinin, manzarayı önde ki kişinin sırtı ve kafası ile sınırlandırmadan seyredeceği için daha keyifli vakit geçireceği kesindi. Ne yazik ki Vietnamda çiftimiz biraz tatsızlık yaşamışlar ve yollarını ayırmışlar. Bisiklet üzerinde uzun süre bir arada giderseniz ve bunu tandem gibi birbirinizden hiç kopamadan yaparsanız bu tür tatsızlıkların yaşanması normal bence. Çünkü normal iki bisiklet üzerinde kişiler yanlız kalmak uzaklaşmak istediklerinde geride kalıp yada sinirini atarak pedallara yüklenip diğerinden uzaklaşabilir ve yaptığı keyifli eylemin içinde kendisini mutlu edecek şeyleri bulabilir. Ama kafanızın dibinde, sanki ikinci bir kafa gibi, çok yakında olsa bir arkadaşınızı taşıyorsanız, bu tür kaçışlar mümkün olmayacaktır. En ufak bir kızgınlık bile aynı bisiklet üzerinde pedal çevirdikçe büyüyecektir. Anlattığına göre ilk olarak tandemi fransaya geri yollamışlar, ardından da iki tane dandik bisiklet almışlar. Bu şekilde devam etmişler fakat bu aralarında ki problemi büyütmüş. Çünkü bizin fransız günde 180km ortalama yol yapmayı seviyormuş. Bunu Kamboçyada başkentten buraya kaç günde geldiğini anlatırken anladık. Bu bir insan için yıpratıcı bir mesafe. Günde 180km 5 günde 900km yol yapar. Böyle giden birisi ayda yaklaşık 3000km yol alır ki bence normal bir tur temposunun 2 katı. Bana göre normal keyifli tur temposu ayda 1500km olarak hesaplanabilir. Bu zorlu seyahat temposu bizim genç çiftimizi biraz daha birbirinden uzaklaştırmış ve sanırım nefret boyutuna taşımış. Bundan sonrasında ise genç arkadaşımız Tayland’da doğru yanlız seyahat edecekmiş.

Sabah kahvaltısında fransız bisikletçi ile tekrar karşılaşıyoruz ve kahvaltımızı beraber yapıp vedalaşıyoruz. Ayrıca yaptığımız sohbetler sonunda onu Malezya’da yapmayı planladığı uzun dinlenme molasında vaz geçirip, bu molayı taylandda yapmaya ikna ediyoruz. Kamboçyada ikinci bisiklet günümüzde ise 105km yol yapmamız gerekecek. Yol biraz sıkıcı, sanırım sonlara doğru, hafif sola kıvrılan bir adet viraj bisiklet üzerinde bize biraz heyecan yaşatıyor, hepsi bu kadar. Siem Rieb’e vardığımızda benim daha önce 12 günümü geçirdiğim ve sabahtan akşama kadar bilardo oynayıp bira içtiğim GH’yi buluyoruz. Fakat burası bize yer olmadığını ertesi gün gelmemiz gerektiğini söylüyor. Bizde burayı ararken gözümden kaçmayan sevimli bir GH olan Orchide GH ye gidiyoruz. Oda 4USD ve çok daha temiz. Bütün yapı ahşaptan ve çok sakin olduğu için internette girmek, bir şeyler okumak ya da yazmak için bol bol zamanımız oluyor. Buraya yerleşirken burada kalan ve ne yazik ki yarın yola başlayacak olan bir bisikletçi bize Thai vizesi ile ilgili bilgileri veriyor. Biz de onun tavsiye ettiği yere pasaportlarımızı bırakıp 1 hafta kadar beklemek zorunda kalıyoruz. Pasaport servisi bizden normalden fazla para istiyor fakat arkadaşımızın bize söylediği fiyat üzerinden anlaşıyoruz sonunda. Daha sonra yemek fiyatları konusunda Sisophon kentinde ve yolda bir kaç defa kazıklandığımızı anlıyoruz. Bu sayede Kamboçya’da olduğumuza ve Kamboçya’nın hiç değişmediğine emin oluyoruz.

Ertesi gün yanlız dolaşıp biraz fotoğraf çekiyorum. Yolda tanıştığım aslen yarı taylandlı yarı kimer olduğunu söyleyen birisi ile sohbete başlıyoruz. Türk olduğumu öğrenince çocuğunun istanbula geleceğini bir süre kalacağını söylüyor. Ona yardım edip edemeyeceğimi soruyor. Bende tabi seve seve yardım ederim diyorum. Gel seni tanıştırayım diyip evine kadar gitmeyi, evinin yakın olduğunu söylüyor. Kabul ediyorum fakat ayağının rahatsız olduğunu bu yüzden motorla gitsek daha iyi olur diyor, bu durumdan biraz rahatsız olsamda yeni arkadaşım yarı Thai olduğundan samimiyetine güvenmemek  yanlış olacaktır. Evlerine vardığımızda beni kardeşi dediği bir başka adamla tanıştırıyor ve kendisi ocuğunu bulmak bahanesi ile kayboluyor. İşin aslı burada belli oluyor. Bu kardeş denilen adam bir kumarhanede çalışıyormuş ve uzun bri sohbetin ardından kendisi ile ortak çalışıp kumarhaneden para yürütmece oynamak için bir Kamboçyalıya güvenecek birisini arıyormuş. Ben bırak kumarhane dolandırmayı tutup beraber bakala gitmeyeceğim böyle bir insanın tekliflerini dinlemekten son derece rahatsız oluyorum. Fakat sinirimi biraz kontrol etmem gerekiyor. Bir tehlike anında iki yaşlı insanı devirecek güce sahip olsamda silah kullanmayı çok seven Kımer halkı karşısında olayları tatlı dil ile çözmek her zaman daha olumlu sonuç verecektir. Yaşlı dolandırıcımızın teklifi ise şu. Kendisi kumarhanede kart dağıtıyormuş. Onun masasına oturacakmışım ve para ile oyun oynayıp tahminen bir milyon dolar para ile kalkacakmışım. Bu beş dakika sürecekmiş ve bu süre sonunda gitmem gerekiyormuş. Çünkü eğer daha fazla oynamaya devam edersem ve 2-3 milyon ile kalkarsam dikkat çekermişim. Bunun için ortaya 100bin dolar koymam yeterliymiş. Sonra bu paranın bir kısmı kumarhaneye, bir kısmı devlete gidiyormuş, kalan paranın bir kısmını da kendi aramızda bölüşmeden önce fakirlere yardım amacı ile bir tapınağa, bir kısmını da okul yapılması için bir kuruma bağışlayacakmışız ardından kalan parayı ikiye bölecekmişiz. Bence insanlara yardım edebileceğimiz çok güzel bir teklif, ama bu şekilde de olsa Kamboçya’da daha fazla kalmak istemediğimi, ülkeyi bir an önce terk etmem gerektiğini, yoksa sizin gibi iyi niyetli kamboçyalılara yardım için herşeyi yapacağımı kibar bir sözle söylüyor ve bir anda kalkıp gidiyorum. Söz hakkının bana geçmiş olmasından ve onların beni dinlemeye dalmış olmalarından uyuşan beyinleri kalkıp gitmeye başladığımı biraz geç algılıyor ve beni durdurmak için çok geç kalıyorlar. Bu sayede niyetimi belli ediyor, kibarca kapının önünde bekleyip vedalaşıyor ve toz oluyorum. İşte Birbirinden değerli kamboçya anılarıma bir tanesini daha böylece ekliyorum. Bir yanlış anlamaya hemen engel olmak isterim. Benim ilk tanıştığım arkadaş tahmin edeceğiniz gibi yarı Thai değilmiş. Sadece biraz güvenimi kazanmak için uydurduğu bir yalanmış.

Kamboçya ile ilgili bir başka tatsız anımda berberde yaşanıyor. Bu anının tatsızlığı kesim bitiminde hemen kestirmek zorunda kalacağım bir saç modeline sahip olmanın dışında gene bir kazık yemek oluyor. İnanın burada yabancıları kazıklamayı o kadar çok seviyorlar ki kimseye güvenemeyeceğinizi anlamanızı kısa sürede anlıyorsunuz. Berbere önce fiyat soruyorum tabi, saç kesimi için bir dolar diyor. İş bitiminde de Saç kesiminden sonra saçımı yıkatıyorum ve masaj yaptırıyorum. 10 USD uzattığımda ise 10 değil 15usd diyorlar. Saç kesimi için bir dolar demiştin diyorum. Yanlış anlamışsın 5 usd demiştim diyor ve işin içinden çıkıyor. Konuşmamıza da elinde tuttuğu 10 usd yi gösterip, 10usd de tamamdır diyor. Gülüp 5 usd indirim yapıyor. Bu şekilde keyfimi kaçıracak olaylar yaşamıyorum ama keyfimin yerine gelmesi için her gün biraz daha fazla bira tükettiğimi fark ediyorum. Başkalarının anlattığı benzer anılara ise gülmeye başladığımızda kamboçyada geçirdiğimiz 1 hafta sonunda bize bu tür olayların komik gelmeye başladıklarını anlıyoruz.

İlk gittiğimiz ve yer bulamadığımız Guest House’nin terasında ki bar bizim için sakin bir akşam geçirebilceğimiz, yeni insanlar ile tanışabileceğimiz ve dilediğimz kadar bilardo oynayıp bira içebileceğimiz bir mekan oluyor. Belli bir saat ten sonra Siem Riep sokakları yüzlerece yahat kadını, yanınıza gelip uyuşturucu satmak isteyen tuktukçular ve pilot vaziyette olmuş yabancılar ile size bir eğlence türü sunar. Bu eğlenceden uzak kalmak için gece böyle sakin bir barda yeni insanlarla sohbet ederek vakit geçirmek  daha az yorucu oluyor. Burada fazla para istemek gibi bir durumda yok, sırf Siem Riep ten kaçmak için buraya bizim gibi gelen bir çok insan var. Ayrıca burada Berk isminde bir İstanbullu genç ile tanışıyoruz. Ne yazık ki bilardo oynamayı pek sevmediğinden  arada kendi dilimizi konuşup rakiplerimizin anlayamayacağı dilde taktik alışverişinde bulunabileğimiz bir takım oluşturamıyoruz.

Barlar sokağında her zaman gidip oturduğumuz bir suşi bar var. Burada Kamboçya’ya özgü çok güzel ama bir o kadar da ender bulunacak insanlardan birisi çalışıyor. Kızımız annesinin hamileliği sırasında kullandığı antibiyotikler yüzünden biraz sararmış dişlere sahip olsada kamboçyada görmeyi özlediğiniz güzel ve samimi gülüşü ile bizi bir anda kamboçyadan başka bir ülkeye götürüyor. Birbirimizi aradan geçen 1 haftanın sonunda daha çok güveniyoruz ve çalışan kız bize kendi hayat mücadelesini anlatıyor. Babası bi anlattığına göre bir öğretmenmiş. Şimdi ayda 60usd kazanmaya başlamış. Söylediğine göre önceden30usd civarında kazanıyormuş ama devlet güçlenmeye başlamış ve öğretmen maaşlarına zam yapmış. Bizim kız ise hem ender bulunur güzelliği, hemde kamboçyada bulunması neredeyse imkansız olan güvenilebilirlik konusunda ki avantajları sayesinde ayda 100usd kazanabiliyor. Ne yazık ki burada ailesinden uzakta yaşamak zorunda olduğu için parasınn büyük kısmını burada ki ev kirası vs için harcamak zorunda. Yanda ki çocuk ise aynı işi yapıyormuş ama ayda 60 usd kazanabiliyormuş. Fakat çok iyi bir öğrenci olduğundan okula burslu okuyabiliyor ve vermesi gerekenden çok daha az para veriyormuş okula. Konu okullara gelmişken universitede okuma fiyatlarınıda soruyoruz. Yılda 500 usd civarıdan değiştiğini söylüyor. Yani bir öğretmen iseniz ve ayda 60usd maaşınız varsa ve bir çocuğunuzu okutmak istiyorsanız okul parası için 8 ay boyunca alacağınız maaşınızı vermeniz gerekiyor. Bence burada ki insanların ne zor koşullarda yaşamak zorunda olduklarının iyi bir örneğini kızın anlattıklarından çıkarmak mümkün. İnsanların bu durumu düzeltmeleri ise çok zaman alacak gibi çünkü burada bütün sorun para değil ne yazık ki bu durum insanlarıda değiştirmeye, kötü düşünceleri akıllarına sokmaya başlamış. İşin maddi sebeplerini yıllar içinde düzeltseniz bile insanların değişmesi çok daha uzun sürecektir. Çünkü maddi konular bir çok ülkede insanları kötü olmaya itmemişken bu ülkede insanlar kötü niyetli olmayı öğrenmişler. Kamboçya ile komşusu Laos’u kıyaslarsanız eğer, orada ki insanların buradakilerden çok daha zor koşullarda (nufusun %45i günde 1,25usd paranın altında hayatını sürdürmektedir Laos’ta) yaşadıklarını ve kötü düşüncelerden hala çok uzakta oluklarını görürsünüz. Burada ki problem bu yüzden farklı ve çözümü çok fazla çaba istiyor. Bir insanı kötü yapan şeylerin neler olduğu tartışılır ama bir ülkeyi bu hale getiren şeyleri yazılı olan tarihinde kolayca görmek mümkün, burada ki soykırımı bu tarihte en fazla sivrilen olaylardan bir tanesi ve bir kaç istenmeyen insanı öldürmenin tarihsel bir ayıptan yada kötü bir çözüm olmaktan öte, ulusu yıllarca içinden çıkamayacağı büyük bir problemin içine sokacağını anlamak zor değil. Ülke genelinde toprak altında bekleyen mayınlar burada ki tarihi, kollarını, bacaklarını yada hayatlarını kaybeden insanlara ve yakınlarınına arada sırada hatırlatmaya devam ediyor. Gördüğüm bir afişte bir bacağı kopmuş olan bir kamboçyalı kol değnekleri ile ayakta çimlerin üzerinde duruyordu. Kopmuş olan bacağının altına da bir futbol topu yeleştirilmişti. Afişin altında da kamboçyalılar neden iyi futbol oynaya mıyorlar? Diye yazıyordu. Ya da ülke daha girişte çocuklar ile seks yapmamız için sizi uyaran afişler posterler ülkede neler olup bittiğine dair ip uçları vermeye başlıyor. Umarım burada tanıştığımız bu güzel insanlar zaman içinde çoğalırlar ve kamboçya kısa sürede, tarihinde gizli bu problemlerini çözebilir.

Arabalar Ve Anayollar…Kamboçya’ya yetişmek.

Nan bölgesinin aklımda bunca güzel anı ile geride kalan bu bakir yerlerini, son kentimiz Dan Sai’ye ulaşmamız ile bitirmiş olduk. Burada kendimize uygun bir kamp alanı bulamadığımızdan ve şiddetli bir yağış başladığından bir otel tuttuk. Kentte büyük bir market vardı. Bu bizim için Nan bölgesinde bulamadığımız bazı yemekleri tekrar tamamız demekti. Ayrıca kent sanırım temmuzda yapılan bir festival ile ünlenmişti. Burada, aslında pilav yapmak için kullanılan, bambudan örülmüş bir tür sepetten, maskeler yapılıyordu. Bu maskelerin binlercesi festival süresince, değişik kıyafetler giymiş insanlar tarafından, sokaklarda dolaşıyormuş. Bu maskeleri, üretim yapan dükkanlarda, müzelerde, tapınaklarda ve şehrin giriş çıkışlarında görmek mümkündü.

Ertesi gün devam edeceğimiz yol bizi 30km sonra anayola, 2 gün sonra da Kamboçya’ya, sınıra kadar devam edecek 4 gidiş 4 geliş şeridi olan geniş otoyollara çıkardı. İki tane şehiri birbirine bağlamak için yapılan bu otoyolların hayattan bu kadar uzak kalmış olması garipti. Bu yollar sıkıcı ve hızlıydı. Bisiklet üzerinde bizde hızlandık. Günden yaptığımız mesafeler iki katına çıktı. Ama gördüklerimiz önceki mütevazi, dar yollara nazaran neredeyse hiçbirşeydi. Çünkü bu yollar renksizdi. Hızla geçip giden arabaların kaldırdığı tozdan ya da saatte 90la giderken yoldan başka bir şey düşünmeyen sürücülerin, saatlerce yol üzerinde ki şeritleri, o kesikli beyaz çizgileri takip eden gözlerinin ferinin gitmiş olmasından dolayı yollar grileşmişti. Burada bisiklete binerken ileriye bakmak istemiyordum. Çünkü yol ileride hiç bitmeyecekmiş gibi devam ediyor, ileriye baktıkça insanı korkutuyordu. Bisiket üzerinde bu yollarda ufacık kalıyordum.

Bu şekilde bir kaç gün ileledikten sonra sağanak yağışa yakalandık. Bir süre yağmurda ilerledikten sonra yağış azaldı fakat bu seferde yerine siddetli bir rüzgar başladı. Ana yolda araçlar çok etkilenmesede, ağaçların seyrek olması bizi direk rüzgarın kurbanı haline getirdi. Bir süre daha ilerledikten sonra bir polis istasyonunda buluntuğu bir kaşağa geldik. Burada ki yolun tepesinde yolu bir üst geçit gibi boydan boya geçen tabelaların güzgardan zarar gördüğünü ve sac yüzeylerinin yerlerinden çıkmaya başlayıp mendil gibi havada sallanıp durduklarını gördük. Bu şekilde görevi uyarmak ve bilgi vermek olan tabelaların tehlike uyarılarını dikkate aldık ve gerideki polis istasyonunda beklemeye karar verdik.

Burada ki polisler bizi kokpit ekibi gibi karşıladılar; hemen birisi yüzümüzü elimizi çamurdan arıtmamız için, burada marketlerde de satılan bir tür ıslak, kolonyalı havlu verdiler. Bu havlular pamuklu kumaştan oluklarından daha sonrada kullanmanız yada bisikletinizi iyice temizlemeniz mümkündü. Diğer polis ise kahvelerimizi hazırladı. Bir yandan içimiz ısınırken elif tuvalete gitti ve uzun süre çıkmadı. Geri döndüğünde üzerinde ki kıyafetlerini yıkamış, duşunu almıştı. Bende ardından duşa girdim. Çıktığımda polislerin verdiği trafik polisleri için hazırlanmış bir çift harita da yolları inceledik ve bize kamp için önerecekleri yerleri belirledik. Rüzgarın kesilmesi ile yola devam ettik, Saraburi bölgesine giriş yaptık ve ana kente 30km mesafede ki bir kente vardık. Burası büyük bir kentti ve eğer burada bir kamp alanı yoksa bizim otelde kalmamız gerekecekti. Kamp alanı olup olmadığını sorabileceğimiz tek yer de polis karakoluydu. Vardığımızda polislere derdimizi anlattık ve şehir yakınlarında bir yerlerde çadırda kalmak istediğimizi söyledik. Bize hemen karakolun toplantı odasını gösterdiler ve istersek burada kalabileceğimizi söylediler. Buraya bisikletlerimizi yerleştirip çadırlarımızı kurduk. Oda da ayrıca klima vardı. Bu sayede gece ısıyı istediğimiz gibi de ayarlıyabiliyorduk. Fakat bu sefer artık insanların iyi niyetlerini suistimal etmeye başladığımızı düşündüm. Bize karşı bu kadar iyi davranıyor olmaları güzeldi, ama en azından her yerinde otel olan bir kent te otelde kalmak dağru olmazmıydı. Bizim amacımız sadece şehirde kamp alanı olup olmadığını sormaktı.

Polislerde ki bu rahatlığın sebebine gelince, onlar için birilerinin karakollarda kalması normal bir durumdu. Bunu anlamak için Kamboçya sonrasında gezeceğimiz Issan bölgesini bitirmemiz gerekecekti. Çünkü burada ki eski bir alışkanlık vardı; polis karakolları zamanında bizde ki hanlar gibi kullanılıyordu. Hava her zaman güzel olduğundan seyahat eden Thai halkı geceleri karakollarda kamp kuruyorlar, çadırlarında yada sinekliklerinde geceyi geçiriyorlardı. Bu gelenek hala Issan bölgesinde devam ediyordu. Bu bölgede çok fazla otel yoktu ve olsa bile herkes otelde kalmak zorunda değildi. Arabası ile seyahat edersen sadece geceyi geçirecek birisinin otel için para vermesi, yani sadece güven içinde uyumak için para harcaması Thai halkı için fazla lükstü. Eğer güven içinde olmak istiyorsanız polis bu iş için görevlendirilmişti, eğer uyumak isterseniz bunu istediğiniz yerde yapabilirdiniz. Karakolların bu şekilde kullanıldığını Issan bölgesinde 4-5 karakolda bizden başka lokal halk ile birlikte kalınca anladık. Bunu çoğunlukla Issan bölgesinde görme sebebimiz ise bu bölgenin biraz daha az gelişmiş olması ya da okulların tatile girmiş olması olabilirdi. Tatilde aileler daha fazla seyahat etmeye başladıklarından yollarda daha fazla insan görmek mümkün oluyordu. Ayrıca bu döneme denk gelecek olan Sonkram yani su festivalide bir etkendi. Bu festival zamanında Thai halkı doğduğu, ailesinin yaşadığı kentlere dönüyorlar ve kutlamaları aileleri ile birlikte yapıyorlardı. Bu yüzden bu tür dönemlerde Thai halkı yollarda oluyordı.

Kamboçya sınırına yaklaştıkça yollar büyüdü ve daha da sıkıcı hale gelmeye başladı. Çok fazla kamyon trafiği olmasa da, Nan’da geçen güzel zamanın ardından burası büyük bir kontrastı, burada dar yolların yerini otoyollar, ufak köylerin yerini ise büyük şehirler almıştı. Güneş asfalt yolları gün boyunca kavurmuş bisiklet üzerindeyken sıcak ile mücadele etmek zorunda kalmıştık. Yol kenarında ki ağaçların gölgesinde gitmeye alıştığımız Nan’dan sonra, binaların ve benzin istasyonlarının arasında yol almaya başlamıştık.

Burada insanlar da sıkıcıydı. Arabalarında son sürat geçip giden, bir yerlere yetişmeye çalışan insanlar görmek istemiyorduk. Bu insanlar arabalarının içinde, şehirlerin arasında ki bu yollarda, sadece yolun bitmesini dileyip, yoldan başka bir şeye dikkat etmeden ilerliyorlardı. Onlar için bu yollar kırmızı ışık, yeşik ışık, yol çizgileri, kavşaklar ve trafik işaretlerinden oluşuyordu. Otomatikleşmiş, makine gibi davranan insanlar ile beraber Kamboçya’ya yetişmeye çalışıyorduk.

Eğer bir arabanın içerisinde yoldaysanız, bizi, bisikletlerimizi fark etmeyebilirsiniz. Arabanın içinde olan insan dünyaya farklı bir gözle bakar bence. Buradan dünyayı aynı televizyon ekranı gibi, bir camın arkasından seyredersiniz. Bakmazsınız. Gördüğünüz görüntüler hızla geçer gider, izlediğiniz, camda gördüğünüz görüntü hızla ileri saran bir video gibidir. Sesi kısılmıştır. Arabanın içinde görütüler ile alakasız başka bir dünyanın sesleri vardır. Dışarıda olan bitenden habersiz arabanızda ilerlersiniz. Bu görüntüler aynı televizyon ekranı gibi beyninizi yavaş yavaş uyuşturur. Arabanın içinde uyuşmaya başlayan beyniniz, aynı televizyon başında elinde kumanda uyuyup kalan ya da aynı reklamı binlerce defa izlemiş beyinler gibi düşünmemeye, farketmemeye başlar. Arabanızda uyursunuz. Arabada uzun yollarda yanınıza sadece gevezelik etsin diye birisni oturtursunuz. Konuştukça yaşadığınızı anlar, araba kullanmak, o sıkıcı ekrana, cama bakmak dışında bir şeyler yapar, beyninizi uyuşmaktan kurtarırsınız. Ama inanın, benim bisiklet üzerinde inanın en son isteyeceğim şey yanımda konuşup duracak gevezenin tekidir.

Cam sizi dışarıdan korur. Uzaya çıkan birisini dış etkenleden koruyan kıyafet gibi. Gürültüden korur –ki inanın o gürültü arabanızın gürültüsünden başka bir şey değildir-, müzik açarsınız; pis kokudan kokur, bazen başka bir arabanın yanlışlıkla ezip geçtiği bir hayvan leşinin kokusudur koruduğu, klimanızı açarsınız; yağmurdan korur, soğuktan, rüzgardan, sıcaktan, güneşten korur ama en önemlisi dışarıda ki insanlardan korur. En cesurumuz bile kırmızı ışıkta durmuşken arabanıza gelen, telefon şarjı satan, yada arabanızın camını silmek isteyen çocukları gördüğümüzde arabanın camını sıkıcana kapatır, onların seslerine kulaklarımızı tıkarız, görmemeğe çalışırız. Tedirgin oluruz. Yan camda çocuklar beklerken bazen trafik lambasının yanmasını bekler, bazende kibarlığımızdan camı iki parmak aralar ve para uzatırız. Bisiklette kapatacak camlar yoltur. Ama bisikletle durduğumuzda insanlar inanın başka şeyler için yanımıza gelirler. Amaçları sadece sohbet etmek, arkadaş olmaktır. O yüzden de onların arkadaşlıklarından korkmayız bisiklet üzerinde. Bu andan sonra ellerinde satmak için tuttukları şeyleri unutmuş ve tekrar çocuk olmuş yeni arkadaşlarımız, bisikletle ne kadar hız yaptığımızı, ne kadar km yaptığımızı sorarlar. Bazen de sadece merhaba diye yolun diğer tarafından bağırırlar. Arabalara kimse bağırmaz tabi merhaba diye. Bu merbahalar yolların size verdiği en büyük armağanlardır. Yolda araba ile ilerlerken kaç kişi ile selamlaşırsınız, kaç kişiye gülümser, el sallarsınız? Bisiklette geçtiğiniz her köyde her evde mutlaka insanlar ile göz göze gelirsiniz, bazen daha 5-6 yıllık gözlerle dünyaya bakan bir çocuk peşinizden el sallayarak koşturur, bazen ölümü bekleyen yaşlanmış gözler hafifce gülümser, bazen kadınlar, bazen erkekler, okula giden çocuklar, işleri başında ki insanlar bakarlar ve gülümserler. Onların gördükler şey siz değil, onların hayallerinden, özlemlerinden bir parça, hep yapmak istedikleri,hep olmak istedikleri bir şeyler, bisikletin üzerinde özgür olmaktır.  Sadece bir kaç saniye içinde onlar ile gözgöze gelir gülümser ve birbirimize bir şeyler hatırlatırız. Bazen özgür olmayı, bazen hırslı olmayı, bazen mutlu olmayı, gülmeyi hatırlatırız birbirimize. Yani bisiklet üzerinde bedeniniz yavaş hareket edebilir, araba ile hızla yanımızdan geçebilirsiniz ama beyinimiz bisikletin üzerinde, arabaların içinde ki beyinlerden çok daha hızlı çalışır.

Bu yollarda, bazen kendimiz rahatlacak alternatif yollar bularak, bazende arabaların arasına sıkışmış halde ilerleyerek Kamboçya sınırına yaklaşıtık. Son gecemizi sınıra 65km mesafede ki Alanya Pratet’te daha öncede kalmış olduğum otelde geçirdik. Ertesi günde sınıra kadar olan 60km yolu 29km ortalama hızla tamamladık ve sınır kentine geldik. Arkadan esen güzel bir güzgar bizi bu hızla Kamboçya’ya yetiştirdi. Kamboçya sınırına 5km kala AranyaPrathet denilen şehirde yemek yerken bir bisikletçi ile tanıştık. Türkiyeden, Irandan geçmiş olan bu arkadaş Kamboçyadan Tayland’a giriş yapmıştı elinde de bir iç lastik tutuyordu. Gülüp bu iç lastiği 1 ay boyunca Kamboçya’da arayıp durduğunu anlattı. Güldüm. Daha sonra bloğundan gördüğüm kadarı ile o da benim gibi surly bisiklet kullanıyordu. Nedense o anlatıken bende Endonezya’da yaşadıklarımı, iç lastik yüzünden ne sıkıntılar yaşadığımı hatırladım. Onun Tayland’da girdiği zaman ki mutluluğunu anlamak kolaydı benim için.

Issan Mukdahan ve Nakhom Phanom Province

Nihayet güneş artık biraz daha insaflı davranmaya başladı ve yağmur yolları ve yolumuzun üzerinde ki ağaçları, evleri temizledi.

Havalar serinlemeye başlıyor. National park yakınlarında bir resortta kamp kurduğumuzda yakalandığımız fırtınadan sonra havalar serinlemeye başladı. Akşamları yağmurun serinliği ile daha rahat uyumaya ve sabahları serin havada daha rahat bisiklet kullanmaya başladık. En sonunda buraların en çekilmez en sıcak ayı, nisan ayı, geride kalmaya başladı ve bisiklet için konforlu günler sayılacak günler yaklaştı.

Mekong kenarında ki turumuza devam ediyoruz. Burada çok fazla yabancı görmek mümkün değil. Yollar kısmen bozuk olsa da dar ve sevimli yollar bisiklete binmeyi çok daha keyifli kılıyor bizim için. Burası tur asya denilen ve mekong nehrini takip eden bir bisiklet organizasyonunun yapıldığı rota. Geçtiğimiz yollardan çok fazla bisikletçinin de geçmiş olması gerek. Buna rağmen insanlar burada bizlere karşı çok daha fazla ilgililer.

Yolumuz üzerinde ki ilk büyük kent Muktahan oluyor. Buraya henüz öğle vakti varıyoruz. Kente girişte ilginç bir bina görüyorum. Bu bina iki katlı olmasına rağmen cephesinde ki beton güneşkırıcılar yüzünden 4-5 katlı bir binaya benziyor. Bina bana Türkiyede ki çirkin işhanlarını anımsatıyor. Kentte hiç yüksek bina olmadığından ve hatta günlerdir, haftalardır hiç yüksek bina görmediğimden bu aslında iki katlı olan bina bana şehirleri hatırlatıyor.

Binanın tam karşısında ki bakkalda buraya özgü bir kahve buluyoruz. Daha önce Kamboçyadan aldığımız Vietnam kahveleri vardı yanımızda fakat aradan geçen 2 hafta içinde kahvelerimizi bitirdik. İki kardeş kahve içmeyi seviyoruz. İkimizinde farlı zevkleri olabilir ama ikimiz de iyi kahveden anlıyoruz. Bizim için Vietnam kahvesi yeryüzünde ki en eşsiz lezzet. Burada özellikle bir şehir de yapılan kahvenin çikolota gibi bir aroması var ve içimi çok rahattır. Eğer içme şansınız olursa, dünyanın en değişik, eşsiz lezzetlerinden birisini tatmış olursunuz. Kamboçyada bulduğumuz kahveden yaklaşık 1,5kg kadar aldık ve 3 hafta boyunca yanımızda taşıdık. Bir bisiklet turunda 1,5kg kahve ile dolaşmış olduğumuzu düşününce bu kahvenin bizim için ne kadar da vazgeçilmez bir lezzet olduğunu anlayabilirsiniz. Elifle son vietnam kahvemizi de bitirmiş olduğumuzdan bu gün bu bakkalda bulduğumuz Thai kahvesi ile yolumuza devam edeceğiz. Alışverişten  sonra biraz markette oyalanıyor ve ardında ileride ki şehre kadar yetecek suyu bulmak için su makinesi aramaya başlıyoruz. Şehirde bir tur atmak bizi burada kalmaya ikna ediyor. Marketin olduğu yer, şehir merkezi ne yazık ki sevimsiz ama mekong sahili boyunca devam eden yollar, evler o kadar yeşil ki koca şehir bir milli park gibi. Karşısında Laos yeralan geniş bir okul bahçesini görünce bir turda burada atmak için içeri dalıyoruz. Burada şans eseri su buluyoruz ve günü erken bitirmeye ve burada kalmaya karar veriyoruz. Artık şehirde keyifle vakit geçirebiliriz, markete gidip kahvenin yanında yemek için bir şeyler alabiliriz ama ilk iş berbere gitmek oluyor. Ben saçlarımı budistler gibi kökünden kestiriyorum ama bu hiçte kolay olmuyor. Berberim ne yazık ki ingilizce bilmiyor ve bu yüzden de derdimi anlatmakta zorlanıyorum. Müşterilerden birisi ingilizce konuşuyor ama berbere nasıl tercüme ediyorsa kafamda ki saçlar bir türlü kısalmıyor. En sonunda 3 defa kısaltılan saçları tek seferde kökünden kestiriyorum. Kesim işi aslında 5 dk sürecekken derdimi anlatamamış olmamdan dolayı bir saat kadar sandalyede beklemek zorunda kalıyorum. İkinci aşama Elif’in saçlarını kestirmek oluyor. Elif’te çok büyük bir değişim olmasa da bende ki değişim büyük. Markete ikinci defa gidince insanların gülüşmelerinden bunu anlamam kolay. Hem saçlarımı kestirince kamboçya da ki o sinir bozucu berber deneyimimi aynaya her baktığımda hatırlamak zorunda değilim.

Ertesi gün yeni bir kente doğru dinlenmiş bir şekilde Renu Nakhon’a doğru akrep beslemek için devam ediyoruz. Öğle yemeği için sakin bir market buluyoruz. Bu gün şansımıza hava biraz sıcak ve insanlar kesinlikle güneşe çıkmak istemiyorlar. Markette gölgede ingilizce bilen bir Thai kadının hazırladığı yemeklerden yiyiyoruz. Kadın kocasını da bizimle tanıştırmak istiyor, kocası Avusturalyalı. Tanışıp güzel bir sohbet yapıyoruz. Kocası uzun bir süredir burada ve anlaşılan ingilizce konuşmayı özlemiş artık, bu yüzden de bir yabancının geldiğini duyunca sırf 5dk lık bir sohbet için kalkıp yanımıza kadar geliyor. Bu bölgede gördüğümüz, burada yaşayan bir kaç yabancı içinde durum aynıydı. Sebep saece ingilizce konuçmak değil anladığım kadarı ile. Burada uzun süre kalınca, Thai kültüründe bulunmayan şeyleri özlüyor insanlar. Burada ki kültür çok farklı çünkü. Gelip burada aylarca kalabilir ve hiç bir problem yaşamazsınız. Hiç bir şeyden şikayet etmezsiniz. Ama burada bir süre kalıdıktan sonra insanlar da bir şeylerden şikayet etme isteği oluşuyor. Avrupalı gibi olmak istiyorlar, tartışmak, eleştirmek istiyorlar.Çünkü Thai halkının burada ki yaşantısı bizimkinden çok farklı, burada insanların tartıştığı konular, ömen verdikleri değerler dünyanın bir çok ülkesindekinden farklı. Bu yüzdende burada bir süre yaşadıktan sonra insanların gelen yabancılar ile sohbet etme isteğini anlamak mümkün oluyor bizim için.

Yolumuza devam edip, Renu Nakhon kentine ulaşıyoruz. Burasının akşam marketi ve polis karakolu bizim gece iyice dinlenmemiz için elinden geleni yapacak gibi görünüyor. Akşam marketinden yemek için atıştırmalık bir şeyler alıp, karakolda kamp hazırlıklarına başlıyoruz. Bu sefer ki yerimiz göl kenarında çimlerin üzerinde oluyor. Yanda ki bir saçakta da sıcak su hazırlayabileceğimiz ve bilgisayarda bir şeyler izleyebileceğimiz bir saçak var. Biz hazırlıklarımızı tamamlamışken koşudan dönem genç bir polis yanımıza geliyor ve sohbete başlıyoruz. Kendisinin de bisikletçi olduğunu söylüyor. Genç polisin çok fazla spor yaptığını, hızlı ve çevik olduğunu anlamak kolay, ama ne var ki sohbetimiz kötü bir talihsizlik ile bitiyor. Polis bize bisikletini göstermek için eve kadar gidiyor. Bisikleti ve kazandıpı kupa ile geri dönüyor. Tam beraber fotoğraf çektireceğimiz esnada elinde ki kupayı düşürüp kırıyor. Bu yaşanan talihsizlik bize kendimizi kötü hissettiriyor. Bir süre tamir etmeye çalışsakta kırıldığı yeri onarmak biraz zor görünüyor. Polis arkadaşımız ise artık onarılmayacağına karar vermiş olsa gerek, vucudunu gösterip, bu sağlam ileride yeni bir kupa kazanırım diyor. Umarım kısa zamanda bir başka bisiklet yarışından, daha sağlam bir kupa ile geri döner.

Gecenin bütün aksilikleri bunlar olmuyor. Bazı insanlar bazı hayvanlara karşı hassastırlar. Mesela bazı insanlar sivrisinekler için çok daha lezzetlidirler. Elif’te bu insanlardan birisi sanırım, ama sadece sivrisinekler için değil. İki gün önce kamp kurduğumuz bir okulun bahçesinde gördüğüm ikinci büyük akrep elifin çadırına doğru gelmişti. Akrep siyah renkti ve daha yeni yağlanmış gibi pırıl pırıldı. Bir canlıdan çok yeni bakımı yapılmış siyah bir tabancaya benziyordu. Akrepten zarar görmeden kurtulmak kolay olmuştu. Fakat bu sefer bu kadar kolay kurtulamıyoruz akrepten. Elif çantasını omuzuna asıp gelirken bacağından bir şey sokuyor. Elif ışığa gidip ne olduğuna bakarken bende çantayı araştırıyorum. Ne yazık ki akrebi göremiyorum. Gece Elif akrep ile birlikte uyuyor ve iki defa daha sokuluyor ve ancak ondan sonra akrebi bulabiliyoruz. Neyse ki bu akrep ilk gördüklerimizden değil ve oldukça zararsız. Akrebi çadırdan attıktan sonra, bizimle birlikte kalan Thai aileye durumu anlatıyoruz. Onlar pek önemsemiyorlar, polise anlatıyoruz poliste pek önemsemiyor. Onlar için arı sokması gibi bir şey olsa gerek. Bizde biraz bekliyoruz, yola devam edebileceğimizi anlıyoruz ve devam ediyoruz.

Yolda kahvaltıdan sonra ufak bir zehirlenme yaşıyoruz. Burada ki ilk rahatsızlığımız oluyor bu. İlk önce Elif’te şiddetli bir baş ağrısı ardından da midesi bulanmaya başlıyor. Daha 30km yol yapmış olmamıza rağmen devam edemeyeceğimizi anlıyor ve bir lokanta da duruyoruz. Ben Elif’ bırakıp yakınlarda kalabileceğimiz yerlere bakmaya gidiyorum. Lokantada sabahtan içmeye başlamış olan bir polis bize yardım etmek için fazla istekli davranıyor ve yanımdan ayrılmıyor. Bir kaç yere baktıktan sonra polis karakolda da kalabileceğimiz söylüyor. Bu iyi niyetli teklife sevinsek de polis daha henüz öğlen olmasına rağmen ayakta duramayacak kadar çok içmiş ve çok gürültü yapıyor. O yüzden de ilk olarak polisten kurtulmamız gerek. Bu saatte bu kadar sarhoş olan birisinin akşama ne hale geleceğini düşünmek bile istemem. Polis bana arada kendi eşini ve Elifi gösterip onlar burada kalsın biz gidelim eğlenelim teklifinde bulunuyor. Yeni arkadaşım ile karaoke bara gitmek ve yeni kızlarla tanışmak güzel olsa da önce kalacak yeri ayarlamamız gerekiyor. Hemen yakında bir resort var oraya gidiyoruz. Polis karaoke bara yanlız gidiyor. Ben ise bilgisayarda bir şeyler yazıyorum. Elif akşam üzeri kendine geldiğinde de, bende zehirlenme belirtileri başlıyor. Benim durumum çok kötü değil ama şiddetli bir başağrısı ile uyumak ve dinlenmek zorundayım. Ertesi gün kalkıp tekrar aynı lokantaya gidiyoruz. Saat sabah 8, polisimiz gene orada ve sarhoş. Bu sefer dünkü zehirlenmiş, asık suratlarımızın yok, yerlerine güleni neşeli var. Yeni arkadaşlarımıza yardımları için teşekkür edip, uzun bir kahvaltının ardından ayrılıyoruz.

Ve kısa sürede Nakhom Phanom kentine varıyoruz. Burada bir kente vardığımızda bazen iki kente birden varmış oluyoruz. Mesela karşınızda mekong nehri boyunca uzanan ve Laosta bulunan Pakse, Savannaket gibi kentleri de görebiliyorsunuz. Nakhom Phanom içinde durum böyle. Yakınlarda, kentin 10km kadar kuzeyinde iki ülkeyi birbirine bağlayan köprülerden bir tanesi bulunuyor ve bu köprü Laos’un mekong kenarında yer alan büyük kentlerinden birisine ulaşıyor. Bu yüzden de Phanom’da nehir kenarında bisiklete binerken, karşıda ayrı bir kente bakmanız mümkün oluyor. Bana zaman zaman mekong’un bu durumu İstanbul boğazını hatırlatıyor. Mekong hem rengi hemde, bulunduğu doğası olarak çok farklı olsa da, zaman zaman Aynı istanbu boğazı gibi görünmeyi beceriyor, aynı genişlikte akıyor ve İstanbulun bundan 50yıl önceki hali gibi bir görüntü oluşturuyor.

Burada çok fazla kalmıyoruz, sadece öğle yemeğimizi yiyip biraz şehir turu atıyoruz ve ardından yola devam ediyoruz. Bu şehir bizim için fazla kalabalık olmuş. Bir sonra ki kente, Tha Uthen’e vardığımız da kalmak için güzel bir yer bulduğumuzu anlıyoruz. Burada ki polis karakolu şehir gürültüsünden uzakta ve mekong kenarında bulunuyor. Bizim kamp kurmaya karar verdiğimiz yer ise dev bir ağacın altında, nehrin dibinde ki, Laos manzarasına hakim bir saçak oluyor. Burada iki yeni arkadaş ediniyoruz. Bir tanesi bizi evlerinde kalmamız için davet ediyor fakat bulunduğumuz yerin manzarası o kadar keyifli ki burayı bırakıp bir eve girmek istemiyoruz. Ertesi gün burada bir gece daha kalmaya karar veriyoruz, günü geçirebileceğimiz ve biraz çalışabileceğimiz serin bir yer bulmaya çalışıyoruz. Şehirde ki tapınak tam aradığımız gibi bir yer oluyor. Tapınakta ki ağaçların dibinde yer alan masalara yerleşiyoruz, duşumuzu alıyoruz. Elif japonca çalışırken bende bilgisayarda bir şeyler yazıyorum. Burasının bir tane rahibi varmış. Biraz ingilizce bilen rahip bizim burada kalmamızı istiyor ve ileride saçakta bize uyuyacak yer gösteriyor. Rahip enteresan bir birikime sahipmiş futbol konusunda. Türk olduğumuzu öğrenince hemen Trabzon spor ve ardında Samsun Spor (!) diyor. Ertesi gün de Kayseri Spor maçı olacağını söylüyor. Söylediklerine çok şaşırsakta ertesi gün yağacak sağanak yağmur dolayısı ile bu kentte, tapınakta bir gün daha kalacağız ve rahibi daha yakından tanıma şansı bulacağız.

Nan ve dar yollar.

This slideshow requires JavaScript.

Elif ile Laos’tan sonra geldiğimiz Nan bölgesi, Tayland’ın en yüksek dağlarını barındırmasa da, en zor yollarına ev sahipliği ediyor. Burada Ciang Klang, Nan üzerinden geçen ve kuzeyden güneye doğru iki dağ arasında ki bir vadide yer alan, 1080 numaralı yol, Laos sınırından 50km daha batıda ve kısmen düz, bu yüzden de Nan bölgesine ait gelişmiş kentler bu hat üzerinde, Laos’un 50km içerisinde yer alıyor. Bizim amacımız mümkün olduğu kadar Laos sınırına neredeyse bitişik devam eden 1081 numaralı yoldan aşağıya, güneye doğru inmek . Çünkü bu yol dağlık olan sınırı takip ettiğinden genelde arabaların ulaşım için tercih etmedikleri sakin bir yol. Burada Haftalarca hiç bir yabancıyı görmeden, hiç bir otel ile karşılaşmadan ilerlemeniz mümkün.

Tayland’a vize almadan geçiş yaptığımız için burada sadece 2 hafta kalmamıza izin veriliyordu. Bizim bu iki hafta içerisinde Kamboçya’ya giriş yapmamız gerekiyordu. Nan bölgesi dağlık yapısı ile bizi oldukça yavaşlatacaktı bu yüzden de burada rahatlıkla bir hafta harcadık. Nan dan sonra Kamboçya’ya ulaşmak için ikinci kalan ikinci haftamızda ise her gün ortalama 80-100km mesafe yapmamız gerekti. Bizim Laos’tayken Tayland vizesi almamamızın sebebi ise artık geziyi bitirmek istememizdi. Planımız Kamboçya’ya ulaştıktan sonra bir kaç gün geçirip Tayland’a geri dönmek ve iki hafta daha tayland’da oyalandıktan sonra İstanbul’a gelmekti.

Laos’ta Tayland’a Nan bölgesine geçmeden önce sınıra çok yakın bir yerde bir gece konakladık. Amacımız sabah erken Nan’a geçmek ve gündüzden mümkün olduğu kadar yol yapmaktı. Çünkü önümüzde ki iki hafta boyunca odaklanacağımız şey, gezmek değil, Diğer sınıra Kamboçya’ya yetişmekti. İlk gün kolay olan yoldan, sınırın 50km içerisinde ki 1080 numaralı yoldan ilerlediğimiz için rahatlıkla yol alıyor ve zorlanmadan ilk kente Ciang Klang’a ulaştık. Acıkmış olduğumuzdan, Laos’ta bir ay boyunca güzel yemeklerden uzak kalmış olduğumuzdan ve asıl bu şehirde akşam pazarı hazırlıkları başlamış olduğundan burada çakılıp kalıdık. 4 tane elma büyüklüğünde ki karpuzlardan yiyip hararetimizi geçirdikten sonra markete daldık. Burada ki marketlerde ki akşam menüsü ile ilgili bilgi vermedim size. Bu yüzden de neden Laos’ta ya da diğer ülkelerdeyken Tayland’’ın akşam marketlerini bu kadar özlediğimizi anlamanız zor. Burada akşam marketinde ki menümüz şu şekilde olur; ilk olarak hafif olan yemeklerden başlarız ve suşi standından 4 tanesi 1tl ye suşilerimizi yeriz, ardından benim favorim olan ve sadece bir kolu 30cm civarında ki ızgara ahtapot kolları ve ızgara kalamarları mideye iner. Pazarda ilerleyip neler var diye bakarken kömürde pişen ufak parçalar halinde şişte tavuk yada domuz etlerini yemekte mümkündür. Üzerine biraz Karidesli, domuz etli yada tavuklu freid rice (kou pat) yada kou tom dedikleri prinç çorbası benim için vazgeçilmezlerdendir.Bir de tabi dayanılmaz acı olabilen papaya salatası vardır ki bol acılı olduğu zaman özellikle severim. Çünkü o kadar acı olur ki salatayı bitimek 15dk sürer. Neredeyse üfleyerek yersiniz. Bu da açlıktan ölecek gibi hissederken yavaş yemek için kullandığım bir taktiktir. Bu pazarda ki bir kaç çeşit mantarlardan yapılan çorbalar, sakatatlı çorbalar, sebze yemekleri, köri soslu kabaklı yemekler, balık yemekleri(her gün mutlaka yerim), hindistan cevizi sütü ile yapılan körili yemekleri sadece mide mi doyurmak içindir. Bunlardan sonra sıra asıl menüye sıra gelir. Buzlu yada sıcak kahvelerinmizin yanına alacağımız ve sadece keyif için yiyeceğimiz ve Elif ile tur boyunca paylaşmaktan nefret ettiğimiz tek şey olan tatlılarımıza sıra gelir. Buranın iklimine özgü tatlı patates, tatlı fasulye, tatlı pancar, muz, hindistan cevizi gibi sebze ve meyvelerden yapılan tatlılar Tayland’da en çok özlenecekler listesindedir. Ve tabi ki formuna dikkat edenler için vazeçilmez meyve türlerini pazarlarda bulmak mümkündür. Ayrıca burada ki satıcılar birbirlerinden güzel insanlardır. Bu yüzden de sadece alışveriş yapmak bile bir zevk halini alır. Hesap ödemek isterseniz o kadar da kolay değildir. Çünkü öncelikle sordukları “beğendin mi” sorusunu cevaplamanız gerekir. Bizdeki bir lokantanın bile yediğim yemeği beğenip beğenmediğimi umursadığını sanmıyorum fakat burada onlar için en önemli şey hazırladıkları yemekten keyif almış olmam. O yüzden de neredeyse her zaman bu “beğendin mi” sorusunu duyarım. Hatta bu soru bazen dışarıdan geçen insanlar tarafından da sorulur.

Bu şekilde şehirde, daha doğrusu markette çakılıp kaldıktan sonra burada kalmaya ve kamp kurmaya karar verdik. Uygun bir tapınak ya da düzgün bir arsa bulmaya çalıştık. Bulamayıca bir kaç kişiye sorduk, ama onlar hep ana yol üzerinde bir yerlere yönlendirdi. En sonunda yeşil bir bahçenin içerisinde yer alan bir tesise giren bir bisikletçi gördük ve ardından bizde oraya girip kamp için bir yerler sormaya çalıştık. Onlar da polisin oralarda bir yerler tarif etti ve anlamamakta ısrarcı davrandığımızı görüp birisi bisikleti ile bizi polis karakoluna kadar götürdü. Karakolun önünden şehire girerken geçmiştik. Önünde çok büyük bir bahçe vardı ve bu bahçede bir tane büyük çim saha, bir tane voleybol sahası, bir kaç tane oturmak için saçak ve bunların yanında, güzel bir fon oluşturan, karakol bahçesine dahil bir ayçiçeği tarlası vardı. Olukça rahat bir kamp yeri olacağı kesin olsada polisten gelecek olumsuz bir cevaba karşı alternatif bir kamp yeri bulmamız gerekliydi. Daha önce benzer güzellikte bir karakolda Mae Sot civarında ufak bir kasabada kalmıştır. Orada hiç bir sıkntı yaşamamıştık. Burada ise daha büyük bir şehirde olduğumuzdan polis bize olumsuz cevap verebilir ve buralarda bir kamp yeri olmadığını, otelde kalmamız gerektiğini söyleyebilirdi. Bunlarınhiç birisi olmadı. Polislerden birisi birinci katta camdan bizi görüp yardımcı olabilir miyim diye sordu. Şansımıza ingilizce bildiğinden kamp yeri arıyoruz buraya kurabilir miyiz diye sorduk. Cevap otomatikmiş gibi geldi ve hemen çim sahayı gösterip orasının kamp için uygun olacağını, arkada da duşların olduğunu söyledi. Bizim o kadar utana sıkıla kamp için izin istediğimiz polisler bize hiç soru sormadan hemen otel görevlisi gibi yer gösterdiler ve bu Tayland’da kamp kurmak için polis karakollarını ilk keşfedişimiz oldu.

Hemen kampımızı kurup eşyaları bırakıp şehire indik. Poliste kalmanın ikinci bir avantajı da güvenlik ve hırsızlık için çok fazla endişelenmemek oldu bizim için. Kamp kurduğumda genellikle eşyaların başından pek ayrılasım gelmez, aklım hep çadırda kalırdı. Karakolda kaldığımız için için çok rahattı. Şehirde dolaşırken kaldırıma kurulmu güzel bir içki masasında oturan bir kaç kişi ile tanıştık ve hemen sohbete başladık. Yeni arkadaşımız motor merakı olduğundan ve yolları iyi bildiğinden bize yakınlarda ki Doi Phuka Tepesine gitmemizi önerdi. Yanımızda henüz detaylı bir harita olmadığından tepenin tam yerini bilemiyorduk. Fakat anlattığı kadar güzel ise bu tepe ertesi gün gerçekten de zor ve eğlenceli bir gün olacaktı.

Ertesi gün Doi Phuka tepesine çıkmaya başladığımızda Laos’ta bir ay kadar geçirdiğimiz tırmanışların hiç bir şey olmadığını, burasının yanında düz yol gibi kaldığını fark ettik ve zirveye gün bitmek üzereyken vardığımızda yorgunluktan titrer vaziyette bulduk kendimizi. Gerçektende her nasılsa haritada neredeyse gizlenmiş, zorluğuna dair hiç bir ipucu vermeyen bu tepeye ulaştığımızda çadırlarımızı kurabilecek enerjiyi kendimizde bulabilmek için bir saaten fazla beklememiz gerekmişti.

Zirvede konakladığımız yer bir kamp yeriydi. Bu yüzden de sıcak su, yeme içme hepsi tesiste vardı. Ayrıca Tayland’da bir çok kamp yerinde çadırınız olmasa da konaklamanız mümkündür, çünkü burada hazır kurulmuş çadırlar vardır. Burada da hatırladığım kadarı ile 4-5 tane boş çadır vardı. Akşam 4 araba dolusu kızlı erkekli Tay genç yanlarında mangalları, yemekleri ve içkileri ile birlikte buraya geldiler ve güzel bir eğlence yaptılar.

Ertesi gün unutulmaz bir iniş ile Laos sınırına iyice yaklaştık ve sınırı takip ederek güneye doğru ilerledik. Hava sıcaklığı bisiklet ve kamp için mükemmeldi ve yıpratıcı tırmanışlar haricinde bisiklete binmekten hiç yorulmadık. Unutulmaz dediğim inişin ardında aynı önceki günkü gibi bacaklarımı titreten, duvar gibi bir tırmanış ile günün uzun süreceğini anladık. İkinci yada üçüncü virajıma, bisikletin önü kalmasın diye gidona yüklenmiş ve en ufak bir dikkatsizliğimde kendimi yerde bulacağımı hissedip, susuzluktan kurumuş halde, sadece ‘yakınlarda su vardır umarım’ diye düşünüp tırmanırken, birbirlerine çarpan şişeleri ile yanımdan geçen meşrubat arabasını hiç unutmam.  O yokuş bittiğinde bizde bittik ve şans eseri göklerden inen bir uyarı ile yorgunluktan bitmiş bacaklarımızı ve susuzluğumuzu bir anda unuttuk. Tam tepede, inişe başlamadan bir kaç yüz metre geride yani birbirimizen kopmadan bir dakika önce Elifin arka dış lastiği bir anda yarılmıştı. Eğer ikimizden birisi inişe başlasaydı aramızda ki mesafe açık olacak ve geride kalanın başına gelecek bir aksilikten diğerinin çok geç haberi olacaktı. İkincisi eğer dış lastik iniş esnasında yarılsaydı büyük ihtimal bir kazaya sebep olacaktı.

O gün unutulmaz dediğim ve benim için 75km/h max hızla taçlanan bir iniş ile başlamış ve Elif’in bir anda yarılan lastiği sabırla beklemişti. Ardından dinlenmiş vücudumuz 20-25km/h hız ile düz yolda ilerlemiş ve lastik bu anı bile patlak için uygun bulmamıştı. Geçtiği zaman ise o dik yokuşun bittiği, neredeyse düzleştiği yerde, neredeyse duracak hızda ilerlerken olmuştu. Büyük şans!erlerken olmuştu. Büyük şans. Snasında yarılsaydı büyük ihtimal bir kazaya sebep olacaktı. na gelecek bir aksilikten diğerinin

Elif’in lastiğinin koptuğu yer konusunda her ne kadar şanslı olsakta bir başka problemimiz vardı. Dış lastik basit bir yama seti ile onarılmazdı. Hatta dış lastik onarılamazdı, sadece geçici bir çözüm bulunabilirdi. Bizimde geçici bir çözüm bulmamız gerekiyordu, hemde öyle bir çözümdü ki, yüklü bir bisilet ile bir dağın tepesinden aşağıya kadar inecek, 40km yol yapacak, gece bizi bekleyecek ve ertesi gün buranın tek büyük kenti yani Nan’a kadar 30km daha yol yapacaktı. Bulunduğumuz yer ise Tayland’ın en bakir bölgelerinden birsi olan Nan bölgesinde, Laos’un dibine kadar giden iki günlük yolda sadece 1 adet ufak köyün bulunduğu, sıra dağların ardına saklanmış, son gördüğüm aracın bir saat önce şişe sesleri ile geçe meşrubat arabası olduğu, unutulmuş yollardan bir tanesiydi. Dış lastiği onarabilmek için henem içlastiklerden birisini hemen kesip içe bir yama gibi sarıdık. İç lastikte ki deliği onardık ve yarılan ara dış lastiği öne taktık. Onarım işimiz bitince Elif’le düşük hızlarda inişe başladık, fakat iniş gerçekten dikti ve en yakın konaklama yerine varabilmek için zamanımızı iyi değerlendirmemiz gerekliydi. Daha az baskı altında kalacağı ön tekere takılan dış lastiğin tekrar patlaması, iniş esnasında ciddi yaralanmalara sebep olabilirdi. Tüm bu aksiliklere rağmen dış lastikte başka bir sorun yaşamadan ilk konaklama yerine akşam olmadan vardık.

İlk konaklama yerimize vardığımızda kısa bir internet molası verdik ve gezimizi uzatmaya karar verdik. Bunun için yaklaşık 10 gün sonra kalkacak uçağımızın tarihini değiştirmek üzere mail attık. Burada konaklama için polisten başka bir şans yoktu ve polis şehirin en güzel yerini öyle bir kapmıştı ki kendisinden başkasının burada kalmasına kesinlikle izin vermeye niyeti yokmuş gibi görünüyordu. Eğer polislerden olumlu cevap gelirse şehrin en güzel yerinde kamp kuracaktık. Bu sefer şehirde kamp için uygun bir yer olup olmadığını sorduk polislere. Hemen kamp için uygun bir yer ve ardından tuvalet ve duşu gösterdiler. Otelde kalmak daha yavaş oluyordu bizim için. Burada hele yorgunsanız size hemen yer göstermeleri, hiç bir soru sormamaları, otellerde ki gibi posaport istememeleri bizi o kadar tembelliğe alıştırdı ki bir daha ki otel konaklamamızda önce pasaportumun nerede olduğunu hatırlamam gerekecek  gibi görünüyor.

Buranın polis şefi ve öğretmen eşi ile akşam kahve içip sohbet ettik. Ev sahiplerimizde polis olan bizim güvenliğimizi sağlamış olduğundan görevini yapmış durumdaydı, eşi ise sohbetin Thai diline gelmesinden dolayı hemen öğretmen olduğunu bize hatırlattı ve görevine başladı. Hemen ertesi sabah kullanabileceğmiz market nerede, bisiklet mağazası nerede ve kaç lira gibi tahi dilinde ki cümleleri defterimize not aldık. Daha sonra burada ki dili konuşmayı bizler için imkansız hale getiren telaffuz konusunu pilav yani kau kelimesi üzerinden işledik. Bu aşamada kelimenin, pilav, diz, dağ, o (dişi), dokuz, beyaz, çıkış, haber,yemek gibi anlamları olduğunu ve hepsinin yazılışlarının farklı olduğunu öğrendik. Kulağa aynı gelen, aralarında çok az ton farkı olan bu kelimeleri söylemeye çalışmak bizler için imkansız sanırım.

Nan’da bisikletimiz için eksiklerimizi ve elifin yeni lastiklerini aldık, yokuşlardan sonra pedallara daha kuvvetli basan bacaklarımız ile hızlı bir şekilde şehirden uzaklaştık. 2-3 gün sonra, Nan bölgesinin bakir yerlerinde yapacağımız son etaba başlamadan önce, son bir kez biletlerimizde ki değişikliği kontrol ettik, gerekli düzenlemelerin yapılmadığını gördük ve oturduğumuz kafenin sahibinin telefonu ile gerekli değişiklikleri yaptık. Bu değişiklikleri yapmak için bu kafede oturmak ve telefon ile aramak bizim değerlendirebileceğimiz son şansımız olmuştu. Çünkü bundan sonra bir kaç gün boyunca, yolda telefon çeken pek bir yerin olmadığını gördük. Ertesi akşam kaldığımız polis kulubesinde plastik şişeleri kesip telefon için yaptıkları raflardan oluşan bir pano bile vardı. Çünkü burada eğer telefonu eliniz ile tutarsanız telefon çalışmazmış. Sadece bu plasitik şişelerden oluşan raflara telefonunuzu yerleştirip, siyah beyaz filmlerdeki telefonlar gibi karşınızda duran telefona konuşmanız gerekiyordu. Burada lüks sayılacak tek şey telefon ile konuşabilmek değildi, yemek yemek için tek bir lokanta bile yoktu, iki yolun kesişiminde ki köy sadece bir kaç evden oluşuyordu ve ayda yılda birisi geçiyordu. Bizden iki hafta kadar önce iki bisikletçininde burada konakladığını duyunca, bisiklet için kritik bir mesafede ki bu kavşağın buradan geçen her bisiketçi için bir mola yeri olduğunu anladık.

İmkasnızlıklardan dolayı burada ki polisler kendi yemeklerini kendileri yapmak zorunda kalıyorlardı. O gün bizi ağarlayacak olmanın gururu ile bizim için özel yemekler pişirdiler. Laos sınırına yakın olduğumuzdan, laosun her türlü hayvanı yeme alışkanlığı ile şekillenen akşam yemeğinde kirpide vardı.

Ertesi gün sabah yağan yağmur yüzünden biraz beklememiz gerekiyordu. Şansımıza önümüzde ki yol çok yorucu değildi ve 60km civarında bir mesafe yapmak bizi konaklayacağımız köye ulatıracaktı. Bu köy yaklaşık 40-50 evden oluşan çok az insanın yaşadığı ve adı ironik bir biçimde Ban Kok olan ufak bir sınır yerleşimiydi. Buraya vardığımızda bir kutlama hazırlığı gördük. Akşam köyde bir tür eğlence olacaktı. Kamp için bu sefer tapınağa gittik. Sanırım bu ilk tapınakta kalışımız olacaktı. Tapınaklar da konaklamak ilginç bir deneyimdi fakat eğer konaklama için tapnağı seçtiyseniz burada ki yaşantıya saygı göstermeniz gerekiyordu. Bu yüzden de hakkında çok fazla bilgiye sahip olmadığımı tapınak yaşantısına karşı, bu ilk seferde biraz ürkek yaklaştık. Bildiğimiz bir kaç şeyden sanırım en önemlisi rahiplerin öğle 12 den sonra bir şey yemedikleriydi. Yani akşama doğru açlıktan karınları kazınan rahiplerin önünde o lezzetli Thai yemeklerinde alıp yerseniz, kendinizi ve onları zor duruma sokabilirsiniz.

Tapınağa yerleştikten sonra akşam köy meydanına gittik. insanların yolun kenarına kurulan alanda eğlenmeye, yemek yemeye, içmeye ve şarkılar eşliğinde danlara başlamışlardı. Buradan geçerken bizi gören ve biraz ingilizce bilen bir kadın bizi hemen bir masaya oturttu ve bize bir şeyler ikram etti. Tok olduğumuzdan ve içki içmek istemediğimizden biraz kola ve su getirdiler. Sahnede ki dansçılar ve devamlı değişen şarkıcılar ile gece devam etti. Herkes dans etmeye başladığı sırada bize yer gösteren hanım yanımıza geldi ve bize kendisinin sahneye çıkacağını söyledi. Bende onun sahnede oluşundan faydalanıp onu ve tabi ki seksi dansçıları biraz daha yakından çektim. Her şey bitmeye yakın bu törenin aslında sahnenin arkasında fotoğrafı asılı olan kişinin ölümü ile ilgili bir kutlama olduğunu öğrendik. Burada birisi öldükten yüz gün sonra bu tür bir kutlama yapılıyor ve ölen kişi öylece anılmış oluyordu. Bizim için gözyaşı anlamına gelen ölüm fikrini burada bu şekilde karşılıyor olmaları beni şaşırtmıştı.

Sabah tapınaktan ayrılıp yolumuza devam ettik. Bu sefer ki yol gerçektende zorlu çıktı. Yol çok fazla konforlu değildi, yemek yemek sadece aralarında 20-30km mesafe olan köylerde mümkündü. Eğer yemek yemeden köyü geçip gitseydik bir sonra ki köye kadar aç gitmemiz gerekecekti. Genellikle Taylandda insanlar evlerinde yemek yapmadıkları, herşeyi dışarıdan aldıkları için yemek bulmak kolaydı. Fakat bu bölgede yemek için dikkatli olmak gerekliydi. Yol boyunca hava kapalıydı ve günün en sıcak saatlerinde ara ara yağış oldu. Bu yüzden de yol boyunca su ile ilgili çok büyük bir sıkıntı yaşamadık.

Burada yazılanlar dışında bir kaç ufak köyde daha konakladık ve Nan bölgesinin Laos’u takip eden yollarını geride bıraktık. Bu bir hafta boyunca geçtiğim yollar ve kaldığımız yerler benim için değerli birer anı oldular. Bu yollarda gerçekten çok zorlandık ve bazen bunca zorluğun ardından vardığımız yerlerde çok fazla konfor bulamadık. Bazen iki yolun kesiştiği bir kavşakta ufak polis istasyonunda ki 3-4 polis ile birlikte kalmamız gerekti, bazen de 400 yıllık olduğunu öğrendiğimiz ve kentin belkide oraya yapılma sebebi olan bir tapınakta kaldık. Ama ben bizden başka çok az insanın gördüğü bu yerleri görmekten keyif aldım. Çünkü burası milyonlarca gözün dolaşıp durduğu, izlediği, gördüğü yerlerden değildi. Bangkok ya da Chiang Mai değildi. Üzerine onbinlerce kelime yazılmamıştı, her gün milyonlarca makine tarafından fotoğraflanmamıştı ve işine yetişmeye çalışan, alışveriş yapmaya çıkmış, trafikte sıkışıp kalmış, otobus bekleyen, oturup bir şeyler içen, kırmızı ışıkta bekleyen, sevgilisi ile buluşmak için bir saat yol giden, hastaneye yetişen, bütün gün direksiyon başında araba kullanan, bilgisayar başında saatlerce çalışan, stresli, mutsuz, yaşlanmış,hasta ve artık görmek, yaşamak  istemeyen gözler tarafından görülmemişti. Burası sadece bir kaç göze görünmüşdü ve sırlarını bir kaç kulağa fısıldamışdı. Burada ki yaşantı yavaştı. Buradan hergün araba geçmezdi. Hızla geçen arabaların içinden bakan uyuşmuş gözler buraya ulaşamazlardı. Burası otoyol üzerinde değildi. O yüzden de burasının bir hafızası vardı: Çünkü buradan geçen gözler burada ki her evi, her köyü, tapınağı hafızalarına kazırlardı. Burada çok fazla bir şey bulamazsınız, burada şehirlerde rahatlıkla bulabileceğinizi her şeyden uzaktasınızdır. İstediğiniz şeylere ulaşamazsınız. Ama burası başka bir dünyanın kapılarını açar size. Burada insanlar size evlerini dolayısıyla kendilerini açarlar, burada insanların yaşadıkları yerlere girebilir onlarla yemek yer orada uyuyabilirsiniz. Bu hangi kültürde olursa olsun aynıdır. Müslüman da olsa, budist te olsa, hıristiyanda bu tür ufak yerlerde yaşayanlar hiç bir zaman yabancılara korkulu gözlerle bakmamışlardır. Burada ki evlerin kapıları her zaman misafirlerine açıktır. Bu benim gibi bisiklet üzerinde gezmeyi seven birisi için çok değerlidir. Çünkü o zaman insanlarla bir şeyleri paylaşmaya başlayabilirsiniz. İnsanların hayatlarına bir süre ortak olursunuz. İçtiğiniz bir kahve para karşılığında sizden başka binlerce defa yapılmış bir kahve olmaz. Onu yapan samimiyet belki tadını değiştiremez ama, bekide size kahvenizi içene kadar hiç duymadığınız şeyleri anlatacaktır. Burada kıyafetlerinizden, sizi koruyan duvarlardan, vitrinlerden, mağazalardan, camlardan yoksunsunuzdur. Bir cafenin klimalı ortamında yağan yağmura bakarak hiç bir şey yokmuş gibi kahvenizi içerek yağmurun bitmesini bekleyemezsiniz. Burada yağmurun altında kalırsınız. Uzaya çıkmak için yapılmış özel kıyafetler gibi sizi dış dünyadan yani şehir yaşantısından koruyan, camlar, duvarlar, klimalı arabalardan uzaktasınızdır. Dünyadasınızdır. En yakın otoyoldan uzakta, şehirlerden uzakta, sessiz ve güzel bir dünyanın içindesinizdir.

İssan Tayland.

This slideshow requires JavaScript.

Bu gün ayın 16 nisan. 1 nisan günü Kamboçyadan Tayland’a giriş yaptık, bisiklete binmeye sadece 1 gün ara verdik ve sadece çadırlarımızda konakladık. İlk olarak Kamboçya sınırına yakın olan Aranya Prathet kentine geldik. Bu günden sonra geziyi uzatmak için mümkün olduğu kadar otellerde kalmamaya ve tutumlu olmaya gayret edeceğiz. Bu yüzden de bu kentte bir tapınakta konakladık. Kaldığımız tapınak şehrin biraz dışında fakat bizim yarın devam edeceğimiz yol üzerindeydi. Ayrıca kent merkezinden biraz uzakta ve geniş bir parkın ortasında, bu yüzden de geceyi sanki bir bir şehirde değil, bir ormanda geçirmiş gibi sessiz ve sakin geçiriyoruz.

Ertesi gün gitmeden önce şehirde ufak bir tur atıyoruz. Tayland’da bir çok şehirde görebileceğiniz su makinelerinden sularımızı dolduruyoruz. Ben bisikletime 4-5 lt kadar Elif 3-4 lt kadar su alabiliyor. Bu durumda da bir seferde bir günlük suyumuzu yanımızda taşımamız mümkün oluyor. Ardından ufak bir nostalji yaşıyorum ve 4 yıl önce Kamboçyada çaldırdığım bisiklet pompasını aldığım bisikletçiye uğruyoruz.Beraber fotoğraf çekiliyoruz ve sohbet ediyoruz.

Bizim gideceğimiz yönde bulunan Lalu isminde bir bölgeden haberdaroluyoruz bu sayede. Lalu ufak boyutlu peri bacalarına benziyor. Sadece oldukça minyatürler ve içinde bisikletle geçerken sanki bir maket kentin içinden geçiyormuş gibi bir hisse kapılıyorsunuz. Yanınızda yüksek dağlar gibi görünün şekillerin hepsi benden bir kaç karış daha yüksekler o kadar. Burası geceyi geçireceğiz yer oluyor ve kamp alanımız yeni tanıştığımız bir mantar üreticisinin mantar çiftliği oluyor.

Daha önce hiç mantar üretimi görmediğimizden ve Tayland’da ki mantarların bizdekilerden çok daha farklı olmalarından dolayı çiftlikte çadırlarımızı hazırlamadan önce bir eğitim gezisi yapıyoruz. Aklımda kaldığı kadarı ile mantarları yetiştirmek için torbaların içerisine talaş ve volkanik kül karışımı bir madde koyuyorlar ve bunları 3 saat 100 derecede fırınlıyorlar. Daha sonra bu torbalara mantar sporu ekliyorlar. Bu aşamadan sonra uygun koşullarda saklanan torbalardan 28 gün sonra 6 ay boyunca mantar elde edebiliyorsunuz. Bazı mantarlar daha nemli bazıları daha sıcak ortamları sevdiklerinden her mantar türü için farklı odalar yapılıyor ve günde iki defa ürün alınıyor. Bizim konakladığımız çiftlikte 3 yada 4 tür mantar vardı. Benim sevdiğim ve Tayland’da sık tüketilen 3 çeşit mantar daha sayılırsa –ki bu mantarlar için bu bölge fazla sıcak olduğundan bu çiftlikte yetiştirilmiyorlar- buranın mutfağında 6-7 tür kültür mantarını sık sık görüyorsunuz demektir ve buranın eşsiz yemekerinden birisi bu mantar türlerinden 4-5 tanesini karıştırıp yaptıkları bir tür mantar çorbasıdır.

Ertesi günlerde yolculuğumuza  buriram kentine kadar devam ediyoruz. Buriramda size daha önce anlatmış olduğum müzik öğretmeni ile tanışıyoruz ve onun rehberliğinde kentte oldukça keyifli vakit geçiriyoruz. Ardından bir bisikletçinin tavsiyelerini dinleyip bu turun en keyifli ve akılda kalıcı noktalarından birisi olan Tha Klang yani bilinen adı ile Ban Chang’a gidiyoruz. Burası tur kitaplarında fil kasabası olarak geçer çünkü burada büyük bir fil eğitim merkezi vardır ve köye kimliğini buradaki filler kazandırmıştır.

Köye daha varmadan kmler öncesinde filleri görmeye başlıyorsunuz ve köye girdiğinizden evlerin bahçesinde evcil hayvan gibi duran ve bir evden biraz daha ufak olan filleri serinletmek amacı ile yıkıyorlar. Bizim konaklama yerimiz ise biraz jurasic park’ı andıran fil eğitim merkezi. Hemen yanımıda bulunan filler zaman zaman dinazor gibi sesler çıkartsalarda bulunduğumuz tera yerden yüksek ve kalite ahşaptan zemini ile o kadar rahat ki fillerin gürültüsünü kısa zamanda duymaz hale geliyoruz. Geceyi böyle bir alanda geçirmenin çok farklı bir deneyim olduğunu söylemek isterim. Genelde biz insanlar doğaya karşı hep güçlü ve büyük hissetmişizdir. Yanlışlıkla ezdiğimiz bir canlı pek önemli olmaz bizim için. Çadırımızı bir karınca yuvasının üzerine kurmak yada kurmamak hiç önemli değildir. Ama burada konaklarken fillerin yanında biz insalar karınca gibi ufalıyoruz. Gece kamp kuracağımız yerler olarak bir filin yanlışlıkla üzerimize basmayacağı yerleri seçmek zorundayız. Gece kamp alanımızda turlarken, fillerin yanından geçerken gene dikkatli olmamız gerekiyor. Yoksa tuvalete giderken bir fil tarafından düm düz hala getirilmek an meselesidir. Buradaki filler her nekadar eğitimli görünselerde burasının bir eğitim alanı olduğunu ve okula daha yeni başlamış yarı vahşi fillerinde bulunduğunu aklımızdan çıkarmamak gerekiyor. Okulun birinci sınıfında çıkacak bir kavganın ortasında kalmak hayati bir hata olabilir.

Sabah yolumuza ara yollardan devam ediyoruz. Bu fil çiftliği issan bölgesinde bütün ana yollardan uzakta sadece ara yollardan ulaşabileceğiniz bir noktada. Ufak köylerden geçerken Song Kran yani su festivalinin biraz erken başlamış olduğunu anlıyoruz. Tayland’ın yeni yılı nisanın 13’ü başlar ve 3 gün devam eder. Bu kutlamalarda insanlar birbirlerinin yeni yıllarını kutlamak için farklı bir seramoni uygularlar. Önce karşılıklı selamlaşırlar, ardından avuçlarına bir parça pudra dökerler ve karşıdakinin yanaklarına ve bazende alnına sürerler daha sonra da bir kase suyu omuzundan aşağıya dökerler. Bu yeni yıl kutlamasının keyifli ve geleneksel versiyonu. Fakat bunu görme şansınız bu günlerde çok zor. Biz İsaan bölgesinde genellikler ara yollardan gittiğimiz ve ufak köylerden geçtiğimizden bu tür geleneksel kutlamaları görme şansımız oldu ve insanlar ile karşılıklı selamlaşıp birbirimizin omuzlarından birer kase su döktük. Peki genelde olan nedir bu günlerde diye sorarsanız cevap  water wars 2555. 2555 tayland takvimine göre bu yıl. Water Wars ise sabah 08:30 da içmeye başlayan (saat 08:44 de bütün bir şehirde bira şişelerinin, viski şişelerinin elden ele dolaşıp içildiğini gördüm, bir defasında da saat 09:30 gibi çakır keyf olmuş insanların yanından geçtiğimi hatırlıyorum) tayland insanının akşam dokuza kadar devam edecek olan dans, su şakaları ve sırılsıklam olmuş bir tayland demek. Ne yazık ki bu festival 6 gün önce başladı ve bu 9 gün boyunca ıslanacağız demek. Bu gün bu yazılar Nam Yeun (nam yığın diye okunuyor) köyünde festivalin son günü yazılıyor. Bu güne kadar tayland bizi hiç olmadığımız kadar ıslattı ve üşüttü. Bu son 3 gün yolların dans eden ıslak insanlar ile tıkandığını gördüm. Günde 40km yol yapabildiğimiz zaman kendimizi şanslı hissettik. Kulaklarıma burnuma her gün su kaçtı, günde 200 den fazla kova su üzerimize boşaltıldı, gözlerime kaçan pudralardan yolu görmekte zorluk çektim ve en kötüsü taylandda su kadar kolay bulunan buz ile soğutulmuş kovalarca suyu üzerimize boşaltmaları oldu. Bir süre sonra soğuktan soğuyan ve uyuşmaya başlayan vücudunuza buzlu su gelince bıçak gibi canınızı yakmaya başlıyor ve sudan nefret eder hale geliyorsunuz. Kendimizi Bangkok gibi büyük bir kentten olmadığımız için şanslı hissedip son gün turumuzu kısa kesiyoruz ve su savaşlarına bizde katılıyoruz. Burada üşümemenin tek yolu Taylandlılar gibi yapıp bol bol viski içmek ve dans etmek. Yarın söylediklerine göre bizi daha fazla ıslatmayacaklarmış. Pek inanasım gelmiyor ama tüm eğlencesine rağmen o kadar tehlikeli ve o kadar can sıkıcı olabiliyor ki biteceğine tüm içtenliğim ile inanmak istiyorum.

Arkadaşlarımız

Bazıları bizim gibi tur yapan bisikletçiler, bazıları yerli halk. Hepsi ile fotoğrafımız olmasa da güzel vakit geçirdiğimiz kişileri burada paylaşmak istedim.

This slideshow requires JavaScript.

17 nisan 2555 Pha Taem National Park

This slideshow requires JavaScript.

Kamboçya’dan Tayland’a geçtiğimizden beri üzerimizde bir miskinlik vardı. Nisan ayının bu bölgedeki en sıcak ay olması gündüzleri bisiklete binmeyi zorlaştırıyordu. Öğle yemeklerinden sonra sofradan kalkmak ve tekrar bisiklete binmek ise işkence gibiydi. İlk zamanlarda bu durumu çok fazla önemsememiştim çünkü Elif’le Tayland’ın bu bölümünü yavaş ve daha detaylı geçmeye karar vermiştik. Tayland’ın İssan bölgesi için ayırdığımız 2 ayımız vardı ve bu iki ay boyunca kamp yapmak ve daha çok national park ve ufak yerleşim yerleri görmek istiyorduk. Fakat bir süre sonra durumumuz yavaş gezmekten daha çok miskinliğe dönmeye başladı. Bir haftanın sonuna kilo almaya, daha çok uyumaya başladık. Gündüzleri üzerimizde ki uyuşukluğu bir türlü atamıyorduk. Bazen öğlen verdiğimiz molalar 3 saati buluyor ve günde ancak 40-45km yol yapabiliyorduk. Sabahları serindi fakat sabah serinliğinde birer kahve içmek bisiklete binmekten daha cazip geliyordu. Bu durumumuz 2 hafta kadar sürdü. Haritaya baktığımızda daha gezmemiz gereken çok yer olduğunu ve böyle gidersek issan bölgesinde daha bir çok yeri göremeden vizemizin biteceğini ve eve dönmek zorunda kalacağımızı biliyorduk. Sonunda bu durum kendiliğinden düzeldi. Son iki günde yönümüzü doğudan kuzeye doğru döndü ve ortalama yüzer km yol yaptık. Bence bu durumun bir kaç sebebi olabilir. Birincisi çok sıcak olan nisan ayında kuzeye doğru devam ettikçe havaların serinlemesi olabilir. Fakat biz bu serinlemeyi hissedecek kadar kuzeye gitmediğimizden bu çok saçma bir sebeptir. İkincisi ise güneşi arkamıza alıyor olamızdır. Bu bence daha mantıklı bir açıklama olabilir. Çünkü ilk sabahları güneşe karşı bisiklete binmek o kadar keyifsiz oluyordu ki sabahları erkenden yola çıkmayı ikimizde istemiyorduk. Gündüz bisiklete binerken güneşin en yakıcı olduğu zamanlarda güneşi hep yüzümüzde hissediyorduk. Bir kaç saat bisiklet üzerinde bu şekilde devam edince kuruduğumuzu hissediyorduk. Güneşin arkamızda olması bize ayrıca mühteşem bir manzara sunuyordu. Fotoğraf çekerken genelde güneşi arkanıza alırsınız. Bu durum eğer güneş tam tepenizde değilse size çok güzel renkler yakalayabileceğiniz bir ışık sunar. İşte biz de güneş arkamızda kuzeye doğru ilerlerken, her zaman olduğundan daha güzel görünen manzaranın içerisinden, tüm yorgunluğumuzu unutup, zamanın nasıl geçtiğini unutarak bisikletlere biniyorduk. Fakat tüm bunlardan daha basit bir sebep ve aslında bir hata, bizim bu miskinliği üzerimizden atmamıza sebep oldu, açıklayayım: Dün bisikletlere binerken yağmura yakalandık. Ben buradaki yağmurların içine dalmayı durmaya yeğlerim. Çünkü burada ki yağmurlar genelde 5-10km çapında bir alanı ıslatırlar ve eğer yağmur başlayınca bisiklete binmeyi bırakmaz doğrudan yağmurun içine dalarsanız sırılsıklam olur fakat çok geçmeden yağmurun ardındaki güneşli bölgeye ulaşır ve bisiklete üzerinde kısa sürede kurursunuz. Burada ki yağmurlar daha çok bir fırtınaya benzer. Yağış o kadar şiddetli olur ki bir kaç metrede sonrasını göremezsiniz. Bazen bu yağmur bir duvar gibidir. Yolun 40-50m ilerisinde bir şelale gibi tüm gücüyle yukarıdan aşağıya doğru akar ve siz güneşin altında 50m ileride ki bu duvarın içineden geçip geçmemeyi düşünürsünüz. İşte böyle bir yağmur anında Elif durmayı tercih etti. Bir hafta boyunca su festivalinde buzlu sularla ıslanıp durduğumuzdan bir günü kuru geçirmeyi çok fazla özlemiştik. Bu yüzden de önce bir saçağın altında sonrada yağmur hafifleyince bir lokantada durup karnımızı tıkabasa doyurduk. Ben bir anda o kadar çok yemişim ki, bisiklete binip yola devam etmek için midemin canımı yakacak kadar dolu olduğunu fark ettim. 10km ilerideki kentte tekrar durduğumuzda midem hala kendine gelebilmiş değildi.

Tayland’da bir çok kentte su satın alabileceğiniz makineler vardır. Bu makineler size sadece su verir ve suyu doldurmak için kendi şişelerinizin olması gerekir. Ben tek başıma günde ortalama 5-6lt su tüketirim. Eğer bakkaldan ger gün su alsam gün 8-9 şişe su almam gerekir. Çünkü buradaki şişeler 750ml civarında. Elif’inde bir o kadar su ve başka meşrubatlar içeceğini düşünürsek bu günde neredeyse 20 şişe, 5 plastik torba ve pipet (burada satılan her meşrubatın hatt biranın bile yanında siz istemesenizde pipet verirler) demektir. Bu da ayda 600 şişe 150 torba-pipet, tur boyunca 8 ayda ise 4800 şişe, 1200 torba-pipet eder. Şöyle bir bakınca iki kişi için gereğinden fazla çöp demektir. Ayrıca makineden alınan sular yaklaşık 15 kat daha ucuzdur. Bu şekilde günde en azından 200 baht tasarruf edebilirsiniz.

Ben mola verdiğimiz kentten ayrılırken Elif’i beklemeden su makinesi aramak için ters yöne devam ettim ve Elif’in beni gördüğünü düşündüm. Elif ise beni fark etmeden gideceğimiz yöne doğru ilerledi. Bu birinci hatamız oldu. Ben pazarın etrafında bir tur atıp Elif’in ardında aynı yöne ilerledim ve polis kulübesini geçitim ve 1-2 km daha devam ettikten sonra Elif’İ göremeyip geri döndüm ve pazara baktım.

Eğer beni yakından tanıyan birisi iseniz çoğu zaman söylemem gerekenin tam tersini söylediğimi bilirsiniz. Bu benim için bir tür espridir. Ama eğer bana çok yakın birisi iseniz çok daha fazla bu türden aslında tam tersi anlama gelen cümleler kurmaya başlarım ve anlaşılmayı daha da zor hale getiririm. İşte son mola yerimiz olan şehrin pazarına girmek için durduğumuzda Elif’e bu ters anlamlı cümlelerimden birisini; 8km gerideki milli parka geri dönmemizin daha iyi olacağını söyledim. Aslında söylemek istediğim 10m gerideki pazara gidip birer kahve içmekti. Her ne kadar cümle anlamsız görünsede bütün gün bu şekilde konuşunca bana yakın olan insanlar beni anlamaya başlarlar. Ama bizim durumumuzda Elif’in beni ciddiye alıp 8km gerideki milli parka gitme ihtimalide vardı. Çünkü yolda Elif’i yakalamam gerekirdi. Pazar yerinde 5dk bekledikten sonra ve Elif’in geriye dönmesini beklemenin bir çözüm olmayacağına karar verdim ve tekrar polis kulübesinin yanına gidip polislere derdimi anlattım. Elif’in gitmemiz gereken yere yani kuzeye doğru devam ettiğini, onu gördüklerini söylediler fakat emin olamadım çünkü ben de 15dk önce polislerin önünden geçmiş ve karşı şeritten belkide polisler fark etmeden geri dönmüştüm. Yani polisler ileride ki bisikletçi olarak beni görmüş olabilirlerdi. O sırada bana yardım etmek isteyen ve ingilizce bilen bir kadın durdu ve Elif’i polislerin dediği yönde ilerlediğini ve onu araba ile geçerken gördüğünü söyledi. Böylece yön konusunda emin oldum fakat şimdi de Elif ile aramda 20dkm vardı ve Elif yolda beni bulamadıkça panik yapabilir, keyfi kaçabilir ve yanlış kararlar vermeye başlayabilirdi. Bu durumda Elif’e bir mesaj ulaştırmak en doğrusu olacaktı. Defterimden bir sayfa koparıp ve arabadaki kadından bu yazının ilerideki bisikletçiye iletilmesini rica eden thai dilinde bir şeyler yazmasını istedim. Elif’e ileteceğim not ise 20dk gerisinde olduğum ve yavaşça yoluna devam etmesi oldu. Notu Elif ile aynı yöne giden ilk arabaya verdim fakat ne yazık ki notu verdiğim su arabası kötü seçim oldu ve bana kibarlık olarak aldığı not ile birlikte önümüzde ki ilk ara yola girdi ve kayboldu. Su arabası ileride Elif’i yakalayacak ve mesajımı iletecek olsa bile büyük ihtimaller su dağıtma işine ara vermeyecek ve benimle aynı zamanda Elif’e ulaşacaktı. İşte büyük silkeleniş anı benim için bu şekilde başladı.

Elif bu turda tahminimden daha hızlı çıktı, en son kamboçya’ya geçerken 29km/h ortalama hız ile 65km mesafe yapmıştık. Rüzgar arkadan sayılsa bile çok zayıf esiyordu ve yüklü bir bisikleti bu hızla bu kadar mesafe ilerletmek için arkadan esen rüzgardan çok daha fazlasına ihtiyaç vardır.

Elif benim kendisinin önünde olduğumu düşündüğü için beni yakalamaya çalışacak ve hep daha hızlı gitmeye çalışacaktır. Ben ise hala dolu olan midemi hissederken ve hiç pedal basmak istemiyordum. Şu polislerden birisinin motorunun arkasına atlayıp Elif’i yakalasam o kadar mutlu olurum ki. Yolda daha fazla oylanmamaya karar veriyorum ve ikinci bir mesajı Elif’e iletmeye çalışma fikrinden de vazgeçiyorum. Elif’i düz yolda yakalamaya çalışmak benim için çok daha zor olurdu. Fakat burada ki inişli çıkışlı yollar benim avantajıma olacaktır. Çünkü Elif’in nasıl bisiklete bindiğini biliyorum. Birincisi yokuş çıkarken benim kadar yüklenmeyi sevmez ve bisikleti ile her yokuşta biraz yavaşlatır. İkincisi inişlerde hiç bir zaman belli hızları geçmez. Yani yol boyunca olan dik inişleri benim aksime frenli yapacaktır. Fakat saat 4:30 ve en fazla bir saat içerisinde Elif’i yakalamam gerek. Aksi halde hava kararacak ve bu ikimiz için panik demek olacaktır. 15-20 km mesafe gittiğimde Elif’i hala yakalamış değilim fakat yolda ki ikinci polis kulübesinden Elif’in hala önümde olduğuna emin oluyorum. Biraz daha ilerleyip milli park yol ayrımına geliyorum. İşte bu an kritik bir karar vermem gerekiyor çünkü burada bir Pazar kurulu ve bu ikimizinde mola verdiği yerlerdir. Bu yüzden de Elif’İn burada durduğuna ve beni aradığına eminim fakat Elif burada beni aramayı bitirmiş olabilir ve bu durumda benim onu pazarda aramaya çalışmam zaman kaybı olacaktır. İkincisi Elif’in hangi yöne devam ettiğini anlamam gerek. Çünkü bizim hedefimiz milli park olsa da o diğer yöne yani kente devam etmiş olabilir. İlk olarak pazara bakmaktansa insanlara benden önceki bisikletçinin hangi yöne gittiğini sormaya karar veriyorum. Ben daha sormadan birisi Elif’in gittiği yönü söylüyor. Buradan Elif’in kadına durumu açıkladığını ve bana bir mesaj iletmesini istediğini anlıyorum. Bu iyi bir haber, çünkü Elif artık benim geride kalmış olabileceğimi de düşünmeye başlamış ve hızını yavaşlatmıştır. Neyseki çok geçmeden 4km daha ilerleyince Elif’i geri dönerken görüyorum. Son derece sakin görünüyor ve sanırım benim su arabası son kmlerde de olsa mesajımı iletmeyi başarmış.

Elif’in beni önünde sanması ve beni yakalamaya çalışması, benimde beni yakalamaya çalışan birisini 20dk zaman farkına rağmen yakalamaya çalışmam, adeta iki ayrı yarışa katılmışız gibi bizi kendimize getiriyor ve nihayet kilometre saatlerimiz tekrar çalışmaya ve yolculuğumuza yeni kmler eklemeye başlıyor.

Bu günden itibaren, Tayland’ın Kamboçya ile olan sınırını terk ediyor ve Laos ile olan sınırını, daha doğrusu Mekong nehrini takip ediyoruz ve milli park yapmayı çok seven Tayland’ın en çok milli parka sahip alanlarından birisinin içerisinden geçiyoruz. Yolumuz üzerindeki şehirlerin çoğu çok ufak, az gelişmiş yerler. Bu yüzden de geceleri milli parkalarda kamp kurmak bizim için daha keyifli oluyor.

Tayland’ın bu bölgesi geneline göre çok daha fakirdir. Yollar kısmen bozuk ve dardır. Şehirlerde istediğiniz herşeyi bulamayabilirsiniz. Temelde işimize yarayacak önemli şeyleri bütün şehirlerde bulmamız mümkün olsada Tayland’ın bu bölgesinde iyi bir bisiklet mağazasına bir hafta kadar mesafedeyiz. Fakat yollar daha dar ve araç trafiği daha az olduğundan bu bölgede bisiklete binmek çok daha keyifli geliyor bize. Bana, burada bisiklete binmek Kançhanaburiden sonra kuzeye giderken geçtiğimiz bölgeyi hatırlatıyor. Orada da neredeyse hiç bir aracın geçmediği yollarda, güven içinde, çok güzel insanlarla tanışarak turunuza devam edebiliyorduk. Yollar daha dar olduğundan yol kenarında ki ağaçlar yolun üzerini neredeyse tamamen kapatıyorlardı ve sizi güneşten koruyorlardı. Burada önümüzde ki 2 hafta boyunca uzanan yollarda Mae Hongson yada Nan bölgesinde ki gibi uzun tırmanışlar yok. Bu yollar her zaman 200m ila 400m arasında ufak ufak tırmanacak, aşağıya inecek ve devam edecek. İşte bu tip yollarda yüksek ortalama hızla bisiklete binmek keyiflidir benim için. Çünkü bu tip yollarda, kısa tırmanışlarda bacaklarıma tüm gücünüzle yüklenip bisikletimin hızını korur ve yokuşun tepesine kadar tırmanabilir, ardından gelecek inişte ise bacaklarım için ufak bir dinlenme molası yaratabilirim. Böylece çok fazla zorlanmadan ve hızımı hep yüksek tutarak yol alabilirim.

Yol üzerinde bisiketle giderken bacaklarım ile birlikte beynimde çalışmaya başlar, önümde akıp giden manzaralar, ağaçlar, evler ile birlikte anılarım canlanır, yeni düşünceler kafamın içinde dönmeye başlar, kendi kendime konuşuyor gibi beynimin içinde kendi sesimi duymaya başlarım ve o ses bana arkadaşlık eder, yaşadıklarımı kulağıma fısıldar bisiklet üzerindeyken. O zaman o gün bisiklet üzerinde geçen zaman bana bir kitap gibi keyifli ve yazılası gelir. Bazen de kafamda ki ses beni tura başlamadan önceki bir zamana geri götürür, ofiste bilgisayar başında çalışırken görürüm kendimi, bazen tatsız anlar, geçmişte yaptığım hatalar, keşke dediğim, elimde olsa değiştirmek isteyeceğim şeyler beynimin içinde döner dururlar. O zaman bir öfke başlar bisiklet üzerindeyken ve bacaklarım daha kuvvetli basar pedallara. Ama beynimin içinde konuşan sesim her zaman başka şeylerden bahsetmeyi sever ve bir anda sizebana başka düşünceler fısıldar, gelecekten konuşur ve gelecek ile ilgili düşünmeye zorlar beni, tur bitimini düşünürüm, ucağa bindiğinimiz anı, türkiyeye dönüşümüzü ve istanbula ilk ayak basışımızı düşünürüm. Gelecekte yaşayacaklarım, yeni iş arayaşım, geçen sefer yaptığım iş görüşmelerim, yeni portfolyo hazırlığım vs hepsi kafamın içinde dolaşan düşünceler olur bisiklet ile ilerlerken. Sonra kararlar alırım. Bu sefer hayatıma daha fazla özen göstereceğim derim. Şimdi güçlü ve mutluyum, yediğime, içtiğime dikkat ediyorum, fazla kilolarım yok, sağlıklıyım ve tabiki düzenli spor yapıyorum ve dönünce, iş hayatıma başlayınca bu formumu korumam gerek deriim.

Daha sonra insanların, arkadaşlarımın hayatlarını, tercihlerini düşünüyorum, hergün yapmak zorunda olduğumuz işleri, bazen çok çalışmamızı, bazen işsiz güçsüz kalmamızı düşünürüm. Sonra arkadaşlarımı birer birer buraya getirdiğimi hayal ederim, beraber bisiklete bindiğimizi, arkadaki bisiklette Elif değil sanki eski bir arkadaşım varmış gibi olayları onlar ile birlikte yaşadığımızı düşünürüm. Vucut geliştiren ve kaslı kolları ile gurur duyan ev arkadaşım ile birlikte kanchanaburide oturduğumuzu düşünürüm, kızlarla tanıştıkça arkadaşımın nasılda keyfinin yerine geldiğini bana “oğlum dün bir kızla tanıştım” diye anlatığını hayal ederim “süpersin, kızlar bayılıyorlar sana” dediğimi hayal ederim; sonra bir başka arkadaşım ile birlikte mesela Sencer’le, aynı Antalya’ya giderken dağlarda kaybolduğumuz köylerden yemek istemek zorunda kaldığımız günlerde olduğu gibi, Tayland’ın dar yollarında ilerlediğimizi düşünürüm. Sencer’e sanırım kaybolduk yine gibi espriler yaparım, ama kaybolduğumuz günün aksine geceyi burada havuzu, masajı, otantik yemekleri ile orman içinde sadece Tayland’da görülebilecek güzellikte ve fiyatlarda bir resort’ta geçirirken arkadaşımın keyif birasını kendi değimi ile “fevkaladenin fevkinde” içtiğini ve nasılda mutlu olduğunu hayal ederim; daha sonra annemi, burada, sadece Vietnamda ki bir şehirde yetişen özel bir çekirdek ile hazırlanmış, bana göre dünyanın en eşsiz aromasına sahip kahvesini ilk kez denerken hayal ederim; aylarca parasını biriktirip aldığı cep telefonunu oturduğu kafenin masasında sergilemekten gurur duyan arkadaşım ile burada ki akşam marketlerinde dolatığımızı hayal ederim, arkadaşımın sokak tezgahlarında iç çamaşırı, çorap satan insanların ellerinde aynı cep telefonlarını gördüğü zaman ki şaşkınlığını hayal ederim; sonra Tayland’da kimsenin geçmez olduğu yollarda bir köy evine girip yol sorduğumuzda içinden “ah be yanımızda bir gps olsa şimdi bunların hiç birisine gerek kalmazdı” diyen Enes’i düşünürüm, köy evinden birisinin i-pad ile çıkıp google map’te ayrıntılı bir yol tarifini bize ikram edilen birer bardak buzlu suyu içerken dinlediğimizi ve Enes’e “abi adam harita ile gelecek sandım, bak elinde ne var” dediğimi hayal ederim; selamıma karşılık olarak gelen en samimi gülümsemeye Feyyaz ile birlikte baktığımızı, Feyyaz’ın “dostum sanırım benim kalbim burada kalacak” dediğini hayal ederim; babamı düşünürüm, en iddalı barlara girip ikişer kişilik gruplar halinde sarhoş haldeyken oynadığımız bilardo maçlarını birer birer aldığımızı hayal ederim; yanlız tura çıkmak için bin bir türlü bahane bulan kızları düşünürüm, Laos’ta tek başına tur yapan o isveçli kadınla, ya da Mae Hong Son’dayken karşılaştığımız daha yeni 18 yaşına basmış tek başına tur yapan alman kız ile karşılaştığımızda yanımda olduklarını hayal ederim. “Kadına bak başına bir iş gelecek” dediklerini “belkide gelmez” dediğimi hayal ederim; sonra Hakan Abi’nin triatlon yapan ayakkabı tamircisinde ayakkabılarımızı tamir ettirirken yanımızda olduğunu hayal ederim; bu gün gördüğüm inşaatta harç karan kızı, evleneceği kızı daha henüz bulamadığı için panik yapan elektrikçiminde görmesin, şantiyede o kız ile beraber çalıştığını, konuştuklarını hayal etmesini isterim. Bu gece bir kaç Thai aile ile birlikte sorgusuz sualsiz kamp kuracağımız polis karakolunda, zamanında kamp kurduğum için “bakın bakalım terorist miymiş, neymiş” diye kimliğimi isteyen polis memuru ile birlikte kalmak isterim. Bana “deli misin kalınır mı karakolda, başımıza bir iş gelecek” dediğini, bunun için de, kendi gibi polis olan ve soğuk su, kahve ikram eden ve nereli olduğumuzu ancak ertesi sabah uyanıp dinlendiğimizde soran memur karşısında bir parça olsa utandığını hayal ederim; sonrada apaçilerimiz ile Khoa San Rd.’da içtiğimizi bar bar dolaştığımızı, “deli misin adamım, buraya bizi hayatta almazlar, dam ayarlamak lazım” dediğini, “olum eğlenmene bak” diye takılıp ve geceyi Bangkok’un en sağlam mekanlarını gezerek bitirdiğimizi hayal ederim; sonra Adana’da fotoğraf çekmesi için rica ederken tecavüze yeltenmişim gibi kaçışan kızlarımızı burada hayal ederim, mutlu olduklarını, kimsenin onları rahatsız etmeyeceğini anladıklarını hayal ederim; tüm bu hayallerim böylece sürer gider. Bunlar an an kafamdan geçer dururlar. Ama bunları hayal ederken kafamda ki bir terazi ile iki farklı ülkeyi tarttığımı hayal etmem. Sadece kendi özlemlerimi, arkadaşlarımın özlemlerini hatırlarım, bazen sokağa bile çıkamayan kadınlarımızın, bazen hayattayken yapabilecekleri tek işi olan “hayat mı be bu?” diyen transseksüellerimizin, tanışmaya çalıştığı kadınlar ve tüm mahalle tarafından artık namussuz olarak isimlendirilmiş ve evleneceği kadını bulabilmek için tüm ümidini ailesinin bulacağı, o iyi bir kıza bağlamış gencimizin, evlenmek zorunda kalıp, hissetmediği şekilde bir kimlik ile yaşamak zorunda olan eşcinsellerimizin burada ne kadar özgür ve mutlu olabileceklerini düşünürüm.

Şimdi kaldığımız yere dönelim ve Elif’le buluştuktan sonra geçen iki günümüzde bakalım: Yola devam ettikten 10km sonra yeni bir kente geliyoruz. Burası bu bölgenin başkenti sayılsada şaşırtıcı derecede ufak ama bir o kadarda sevimli geliyor bana. Burada polis karakolunu buluyoruz ve yağmur ihtimaline karşı üstü kapalı bir yerde kamp kuruyoruz. Şehir aslında büyük bir gölün kenarında ve kentin ortasında iki tane nehir geçiyor. Burasının ne kadar sulak olduğunu ancak etrafınızı saran sineklerden anlayabiliyorsunuz fakat yakınınızdaki gölü şehirden göremiyoruz. Nehirler ise mevsimden dolayı kurumuşlar. Ancak ertesi gün yolumuza devam edip bir gün boyunca kentin yanındaki büyük göle paralel ilerlediğimizde, arada sırada gölü görme şansımız oluyor. Gün sonunda, Laos sınırını ziyaret etmiş ve acıkmış halde ufak ama sevimli,nehir kenarında 1km ileride Laos’un dağlarını görebilceğiniz bir kamp alanına geliyoruz. Kamp için bulduğumuz yer aslında bir resort ama nehir kenarında çok keyifli vakit geçirebileceğimiz ve kamp kurabileceğimiz bir alanı bize gösteriyorlar. Çadırlarımızı kurup dinlenme aşamasına geçeceğimiz sırada laos üzerinde şiddetli bir fırtınanın olduğunu ve bize doğru geldiğini fark ediyoruz. Büyük ihtimal ile yağmur yağacaktır bu yüzden de çadırlarımızı su almayacak bir yere taşımamız gerekiyor. Ben teneke çatılı bir yere çadırımı taşıyorum, Elif’in çadırı içinde bambu bir saçak buluyoruz. Daha bir saat geçmeden fırtına bizim etrafımızı sarmaya başıyor ve aslında asıl tehlikenin yapmur değil rüzgar olduğunu böylece anlıyoruz. Aniden başlayan şiddetli rüzgar yüzünde hemen çadırların başına koşuyoruz. Çadırlar için rüzgar almayan bir yer bulmak imkansız bu yüzden de çadırların içine bazı ağırlıklar koymamız gerek. Fakat daha çadırların içini doldururken bizim suluklar, bardaklar ve bisiklet kıyafetleri havalarda uçuşmaya başlıyor. Bir yandan onları toplarken bir yandan da çadırlar zarar görmesin diye uğraşırken bambu çatılardan birisi rüzgarda havalanıyor ve param parça oluyor. Sıradaki bambu çatı ise elifin çadırını koyduğu ve iki bisikleti bağladığımız çatı olduğundan burasını acilen terk etmemiz gerekiyor. Çadırın içini boşaltıyoruz ve daha güvenli görünen teneke çatılı alana taşıyoruz. Çadır boşken rüzgar etkisi ile paraşüt gibi şiştiğinden taşımak tahminimizden daha zor oluyor ve yerleşmemiz 1 saati buluyor. Bir süre sonra ise fırtına başladığı gibi bir anda kesiliyor ve yerini sakin bir yağmura bırakıyor.

Bu tür rüzgarlı havalar hafızamdan hiç bir zaman silinmeyecek iki anıyı yaşatmıştır bana. Bunlardan birisi İstanbul’dan Şam’a giderken, Anamur civarlarında gece çok şiddetli bir rüzgarda kamp yapmak zorunda kalışımdır. O zaman kullandığım çadır ucuz bir festival çadırıydı ve ne rüzgara ne de yağmura karşı bir koruma sağlıyordu. Sinekliği o kadar geniş delikliydi ki rüzgarın kadırdığı toz ve ufalanmış yaprak kırıntıları çadırın içine doluyordu. Sabah uyanınca yüzümün uyku tulumunun üzerinin bir toz tabakası ile kaplı olduğunu farketmiştim. Çok keyfimin kaçtığı, biraz konfor için herşeyimi verebileceğim anlardan birisini yaşamıştım o gece. O gün sadece sıcak bir banyo yapmanın ve temiz bir yatakta uyumanın hayalini kurmuştum. İkinci anım ise benim yapmış olduğum ilk kamplı bisiklet turu deneyimimdir. O zaman ya bir tatildi ya da bir iznim vardı tam emin değilim ama 3 gün öncesinden bilgisayar başında oturup tur için yol arkadaşı arayanların yazdıları mesajlara bakıyordum. Bunlardan birisi de Istranca üzerinden İğne Ada’ya uğrayan ve Edirne’de bitecek olan bir tur ilanıydı. Hiç bir katılımcı yoktu, benim gibi acemi bir bisikletçi ile tura yapmak isteyip istemedğini bilmediğimden ilana öylece bakakaldığımı hatırlıyorum. Mimarlık hayatım ofislerden geç çıkarak geçmiştir ve o ilanı ilk gördüğümde havanın kararmış olduğunu gayet iyi hatırlıyorum. Sadece gelmek istediğimi, daha önce tur deneyimim olmadığını söyledim ardından özel mesaj ile haberleşmeye başladık. Arada sadece 3 günümüz vardı ve bu 3 günde kamp için gerekli malzemeleri ve kıyafetleri almıştım. Kamp malzemeleri satan kişinin tura çıkacağımı söylediğimde biraz daha kalın şeyler almam konusunda beni uyarışını, kar ve fırtına geliyor haberleri izlemedin mi demesini hala hatırlarım. Tüm bu uyarılara karşı toplam 5 gün boyunca yol almış ve ilk gece müthiş bir rüzgarda kamp kurmak zorunda kalmıştık. Hava hem o kadar soğuk hem de o kadar rüzgarlıydı ki bir köy kahvesinde soba başında saatlerce içimizi ısıtmaya çalışmıştık. Ertesi gün ise çok daha şidetli bir rüzğar ile güne başlamış ve güzgar bizi iki defa bisikletten devirmesine rağmen yola devam etmiştik. Ulaşmamız gereken hedefe 20km önce ufak bir kasabada bir iş hanının içerisinde soğuktan uzak bir kamp yeri ayarladılar ve o yorucu havadan bu şekilde kurtulmuş olduk. İçimizi ısıtacak bir kahvede oturup televizyon seyrederken başlayan kar yağışı artık rüzgarın kesileceğini bize müjdeliyordu. Haberlerde ise istanbulluların o günü her zaman hatırlamalarına sebep olacak bir haber, karaköy iskelesinin saatte 100km hızı bulan rüzgar yüzünden batışı insanlara duyuruluyordu. İşte o gün bisiklete her zaman binebileceğimi anladığım gün oldu. Haberlere ne kadar güldüğümüzü, aslında ne kadar saçma bir işe kalkışmış olduğumuzu o an kavramıştık, bizi bazen deviren, bazende yavaşlatan rüzgar karaköy vapur iskelesini batıran rüzgar ile aynı rüzgarmış ve biz bisikletlerimizin üzerinde koca bir iskeleden daha güçlü durmayı başarmış, yolumuza devam etmiştik. İşte bu son anı benim bisiklet ile yaptığım ilk turumdur. Bu tür anlarda insan ya vaz geçer ya da herşeyini ortaya koyar. Ben sanırım ikincisini ve bisiklet üzerinde olmayı seçtim.