Nan ve dar yollar.

This slideshow requires JavaScript.

Elif ile Laos’tan sonra geldiğimiz Nan bölgesi, Tayland’ın en yüksek dağlarını barındırmasa da, en zor yollarına ev sahipliği ediyor. Burada Ciang Klang, Nan üzerinden geçen ve kuzeyden güneye doğru iki dağ arasında ki bir vadide yer alan, 1080 numaralı yol, Laos sınırından 50km daha batıda ve kısmen düz, bu yüzden de Nan bölgesine ait gelişmiş kentler bu hat üzerinde, Laos’un 50km içerisinde yer alıyor. Bizim amacımız mümkün olduğu kadar Laos sınırına neredeyse bitişik devam eden 1081 numaralı yoldan aşağıya, güneye doğru inmek . Çünkü bu yol dağlık olan sınırı takip ettiğinden genelde arabaların ulaşım için tercih etmedikleri sakin bir yol. Burada Haftalarca hiç bir yabancıyı görmeden, hiç bir otel ile karşılaşmadan ilerlemeniz mümkün.

Tayland’a vize almadan geçiş yaptığımız için burada sadece 2 hafta kalmamıza izin veriliyordu. Bizim bu iki hafta içerisinde Kamboçya’ya giriş yapmamız gerekiyordu. Nan bölgesi dağlık yapısı ile bizi oldukça yavaşlatacaktı bu yüzden de burada rahatlıkla bir hafta harcadık. Nan dan sonra Kamboçya’ya ulaşmak için ikinci kalan ikinci haftamızda ise her gün ortalama 80-100km mesafe yapmamız gerekti. Bizim Laos’tayken Tayland vizesi almamamızın sebebi ise artık geziyi bitirmek istememizdi. Planımız Kamboçya’ya ulaştıktan sonra bir kaç gün geçirip Tayland’a geri dönmek ve iki hafta daha tayland’da oyalandıktan sonra İstanbul’a gelmekti.

Laos’ta Tayland’a Nan bölgesine geçmeden önce sınıra çok yakın bir yerde bir gece konakladık. Amacımız sabah erken Nan’a geçmek ve gündüzden mümkün olduğu kadar yol yapmaktı. Çünkü önümüzde ki iki hafta boyunca odaklanacağımız şey, gezmek değil, Diğer sınıra Kamboçya’ya yetişmekti. İlk gün kolay olan yoldan, sınırın 50km içerisinde ki 1080 numaralı yoldan ilerlediğimiz için rahatlıkla yol alıyor ve zorlanmadan ilk kente Ciang Klang’a ulaştık. Acıkmış olduğumuzdan, Laos’ta bir ay boyunca güzel yemeklerden uzak kalmış olduğumuzdan ve asıl bu şehirde akşam pazarı hazırlıkları başlamış olduğundan burada çakılıp kalıdık. 4 tane elma büyüklüğünde ki karpuzlardan yiyip hararetimizi geçirdikten sonra markete daldık. Burada ki marketlerde ki akşam menüsü ile ilgili bilgi vermedim size. Bu yüzden de neden Laos’ta ya da diğer ülkelerdeyken Tayland’’ın akşam marketlerini bu kadar özlediğimizi anlamanız zor. Burada akşam marketinde ki menümüz şu şekilde olur; ilk olarak hafif olan yemeklerden başlarız ve suşi standından 4 tanesi 1tl ye suşilerimizi yeriz, ardından benim favorim olan ve sadece bir kolu 30cm civarında ki ızgara ahtapot kolları ve ızgara kalamarları mideye iner. Pazarda ilerleyip neler var diye bakarken kömürde pişen ufak parçalar halinde şişte tavuk yada domuz etlerini yemekte mümkündür. Üzerine biraz Karidesli, domuz etli yada tavuklu freid rice (kou pat) yada kou tom dedikleri prinç çorbası benim için vazgeçilmezlerdendir.Bir de tabi dayanılmaz acı olabilen papaya salatası vardır ki bol acılı olduğu zaman özellikle severim. Çünkü o kadar acı olur ki salatayı bitimek 15dk sürer. Neredeyse üfleyerek yersiniz. Bu da açlıktan ölecek gibi hissederken yavaş yemek için kullandığım bir taktiktir. Bu pazarda ki bir kaç çeşit mantarlardan yapılan çorbalar, sakatatlı çorbalar, sebze yemekleri, köri soslu kabaklı yemekler, balık yemekleri(her gün mutlaka yerim), hindistan cevizi sütü ile yapılan körili yemekleri sadece mide mi doyurmak içindir. Bunlardan sonra sıra asıl menüye sıra gelir. Buzlu yada sıcak kahvelerinmizin yanına alacağımız ve sadece keyif için yiyeceğimiz ve Elif ile tur boyunca paylaşmaktan nefret ettiğimiz tek şey olan tatlılarımıza sıra gelir. Buranın iklimine özgü tatlı patates, tatlı fasulye, tatlı pancar, muz, hindistan cevizi gibi sebze ve meyvelerden yapılan tatlılar Tayland’da en çok özlenecekler listesindedir. Ve tabi ki formuna dikkat edenler için vazeçilmez meyve türlerini pazarlarda bulmak mümkündür. Ayrıca burada ki satıcılar birbirlerinden güzel insanlardır. Bu yüzden de sadece alışveriş yapmak bile bir zevk halini alır. Hesap ödemek isterseniz o kadar da kolay değildir. Çünkü öncelikle sordukları “beğendin mi” sorusunu cevaplamanız gerekir. Bizdeki bir lokantanın bile yediğim yemeği beğenip beğenmediğimi umursadığını sanmıyorum fakat burada onlar için en önemli şey hazırladıkları yemekten keyif almış olmam. O yüzden de neredeyse her zaman bu “beğendin mi” sorusunu duyarım. Hatta bu soru bazen dışarıdan geçen insanlar tarafından da sorulur.

Bu şekilde şehirde, daha doğrusu markette çakılıp kaldıktan sonra burada kalmaya ve kamp kurmaya karar verdik. Uygun bir tapınak ya da düzgün bir arsa bulmaya çalıştık. Bulamayıca bir kaç kişiye sorduk, ama onlar hep ana yol üzerinde bir yerlere yönlendirdi. En sonunda yeşil bir bahçenin içerisinde yer alan bir tesise giren bir bisikletçi gördük ve ardından bizde oraya girip kamp için bir yerler sormaya çalıştık. Onlar da polisin oralarda bir yerler tarif etti ve anlamamakta ısrarcı davrandığımızı görüp birisi bisikleti ile bizi polis karakoluna kadar götürdü. Karakolun önünden şehire girerken geçmiştik. Önünde çok büyük bir bahçe vardı ve bu bahçede bir tane büyük çim saha, bir tane voleybol sahası, bir kaç tane oturmak için saçak ve bunların yanında, güzel bir fon oluşturan, karakol bahçesine dahil bir ayçiçeği tarlası vardı. Olukça rahat bir kamp yeri olacağı kesin olsada polisten gelecek olumsuz bir cevaba karşı alternatif bir kamp yeri bulmamız gerekliydi. Daha önce benzer güzellikte bir karakolda Mae Sot civarında ufak bir kasabada kalmıştır. Orada hiç bir sıkntı yaşamamıştık. Burada ise daha büyük bir şehirde olduğumuzdan polis bize olumsuz cevap verebilir ve buralarda bir kamp yeri olmadığını, otelde kalmamız gerektiğini söyleyebilirdi. Bunlarınhiç birisi olmadı. Polislerden birisi birinci katta camdan bizi görüp yardımcı olabilir miyim diye sordu. Şansımıza ingilizce bildiğinden kamp yeri arıyoruz buraya kurabilir miyiz diye sorduk. Cevap otomatikmiş gibi geldi ve hemen çim sahayı gösterip orasının kamp için uygun olacağını, arkada da duşların olduğunu söyledi. Bizim o kadar utana sıkıla kamp için izin istediğimiz polisler bize hiç soru sormadan hemen otel görevlisi gibi yer gösterdiler ve bu Tayland’da kamp kurmak için polis karakollarını ilk keşfedişimiz oldu.

Hemen kampımızı kurup eşyaları bırakıp şehire indik. Poliste kalmanın ikinci bir avantajı da güvenlik ve hırsızlık için çok fazla endişelenmemek oldu bizim için. Kamp kurduğumda genellikle eşyaların başından pek ayrılasım gelmez, aklım hep çadırda kalırdı. Karakolda kaldığımız için için çok rahattı. Şehirde dolaşırken kaldırıma kurulmu güzel bir içki masasında oturan bir kaç kişi ile tanıştık ve hemen sohbete başladık. Yeni arkadaşımız motor merakı olduğundan ve yolları iyi bildiğinden bize yakınlarda ki Doi Phuka Tepesine gitmemizi önerdi. Yanımızda henüz detaylı bir harita olmadığından tepenin tam yerini bilemiyorduk. Fakat anlattığı kadar güzel ise bu tepe ertesi gün gerçekten de zor ve eğlenceli bir gün olacaktı.

Ertesi gün Doi Phuka tepesine çıkmaya başladığımızda Laos’ta bir ay kadar geçirdiğimiz tırmanışların hiç bir şey olmadığını, burasının yanında düz yol gibi kaldığını fark ettik ve zirveye gün bitmek üzereyken vardığımızda yorgunluktan titrer vaziyette bulduk kendimizi. Gerçektende her nasılsa haritada neredeyse gizlenmiş, zorluğuna dair hiç bir ipucu vermeyen bu tepeye ulaştığımızda çadırlarımızı kurabilecek enerjiyi kendimizde bulabilmek için bir saaten fazla beklememiz gerekmişti.

Zirvede konakladığımız yer bir kamp yeriydi. Bu yüzden de sıcak su, yeme içme hepsi tesiste vardı. Ayrıca Tayland’da bir çok kamp yerinde çadırınız olmasa da konaklamanız mümkündür, çünkü burada hazır kurulmuş çadırlar vardır. Burada da hatırladığım kadarı ile 4-5 tane boş çadır vardı. Akşam 4 araba dolusu kızlı erkekli Tay genç yanlarında mangalları, yemekleri ve içkileri ile birlikte buraya geldiler ve güzel bir eğlence yaptılar.

Ertesi gün unutulmaz bir iniş ile Laos sınırına iyice yaklaştık ve sınırı takip ederek güneye doğru ilerledik. Hava sıcaklığı bisiklet ve kamp için mükemmeldi ve yıpratıcı tırmanışlar haricinde bisiklete binmekten hiç yorulmadık. Unutulmaz dediğim inişin ardında aynı önceki günkü gibi bacaklarımı titreten, duvar gibi bir tırmanış ile günün uzun süreceğini anladık. İkinci yada üçüncü virajıma, bisikletin önü kalmasın diye gidona yüklenmiş ve en ufak bir dikkatsizliğimde kendimi yerde bulacağımı hissedip, susuzluktan kurumuş halde, sadece ‘yakınlarda su vardır umarım’ diye düşünüp tırmanırken, birbirlerine çarpan şişeleri ile yanımdan geçen meşrubat arabasını hiç unutmam.  O yokuş bittiğinde bizde bittik ve şans eseri göklerden inen bir uyarı ile yorgunluktan bitmiş bacaklarımızı ve susuzluğumuzu bir anda unuttuk. Tam tepede, inişe başlamadan bir kaç yüz metre geride yani birbirimizen kopmadan bir dakika önce Elifin arka dış lastiği bir anda yarılmıştı. Eğer ikimizden birisi inişe başlasaydı aramızda ki mesafe açık olacak ve geride kalanın başına gelecek bir aksilikten diğerinin çok geç haberi olacaktı. İkincisi eğer dış lastik iniş esnasında yarılsaydı büyük ihtimal bir kazaya sebep olacaktı.

O gün unutulmaz dediğim ve benim için 75km/h max hızla taçlanan bir iniş ile başlamış ve Elif’in bir anda yarılan lastiği sabırla beklemişti. Ardından dinlenmiş vücudumuz 20-25km/h hız ile düz yolda ilerlemiş ve lastik bu anı bile patlak için uygun bulmamıştı. Geçtiği zaman ise o dik yokuşun bittiği, neredeyse düzleştiği yerde, neredeyse duracak hızda ilerlerken olmuştu. Büyük şans!erlerken olmuştu. Büyük şans. Snasında yarılsaydı büyük ihtimal bir kazaya sebep olacaktı. na gelecek bir aksilikten diğerinin

Elif’in lastiğinin koptuğu yer konusunda her ne kadar şanslı olsakta bir başka problemimiz vardı. Dış lastik basit bir yama seti ile onarılmazdı. Hatta dış lastik onarılamazdı, sadece geçici bir çözüm bulunabilirdi. Bizimde geçici bir çözüm bulmamız gerekiyordu, hemde öyle bir çözümdü ki, yüklü bir bisilet ile bir dağın tepesinden aşağıya kadar inecek, 40km yol yapacak, gece bizi bekleyecek ve ertesi gün buranın tek büyük kenti yani Nan’a kadar 30km daha yol yapacaktı. Bulunduğumuz yer ise Tayland’ın en bakir bölgelerinden birsi olan Nan bölgesinde, Laos’un dibine kadar giden iki günlük yolda sadece 1 adet ufak köyün bulunduğu, sıra dağların ardına saklanmış, son gördüğüm aracın bir saat önce şişe sesleri ile geçe meşrubat arabası olduğu, unutulmuş yollardan bir tanesiydi. Dış lastiği onarabilmek için henem içlastiklerden birisini hemen kesip içe bir yama gibi sarıdık. İç lastikte ki deliği onardık ve yarılan ara dış lastiği öne taktık. Onarım işimiz bitince Elif’le düşük hızlarda inişe başladık, fakat iniş gerçekten dikti ve en yakın konaklama yerine varabilmek için zamanımızı iyi değerlendirmemiz gerekliydi. Daha az baskı altında kalacağı ön tekere takılan dış lastiğin tekrar patlaması, iniş esnasında ciddi yaralanmalara sebep olabilirdi. Tüm bu aksiliklere rağmen dış lastikte başka bir sorun yaşamadan ilk konaklama yerine akşam olmadan vardık.

İlk konaklama yerimize vardığımızda kısa bir internet molası verdik ve gezimizi uzatmaya karar verdik. Bunun için yaklaşık 10 gün sonra kalkacak uçağımızın tarihini değiştirmek üzere mail attık. Burada konaklama için polisten başka bir şans yoktu ve polis şehirin en güzel yerini öyle bir kapmıştı ki kendisinden başkasının burada kalmasına kesinlikle izin vermeye niyeti yokmuş gibi görünüyordu. Eğer polislerden olumlu cevap gelirse şehrin en güzel yerinde kamp kuracaktık. Bu sefer şehirde kamp için uygun bir yer olup olmadığını sorduk polislere. Hemen kamp için uygun bir yer ve ardından tuvalet ve duşu gösterdiler. Otelde kalmak daha yavaş oluyordu bizim için. Burada hele yorgunsanız size hemen yer göstermeleri, hiç bir soru sormamaları, otellerde ki gibi posaport istememeleri bizi o kadar tembelliğe alıştırdı ki bir daha ki otel konaklamamızda önce pasaportumun nerede olduğunu hatırlamam gerekecek  gibi görünüyor.

Buranın polis şefi ve öğretmen eşi ile akşam kahve içip sohbet ettik. Ev sahiplerimizde polis olan bizim güvenliğimizi sağlamış olduğundan görevini yapmış durumdaydı, eşi ise sohbetin Thai diline gelmesinden dolayı hemen öğretmen olduğunu bize hatırlattı ve görevine başladı. Hemen ertesi sabah kullanabileceğmiz market nerede, bisiklet mağazası nerede ve kaç lira gibi tahi dilinde ki cümleleri defterimize not aldık. Daha sonra burada ki dili konuşmayı bizler için imkansız hale getiren telaffuz konusunu pilav yani kau kelimesi üzerinden işledik. Bu aşamada kelimenin, pilav, diz, dağ, o (dişi), dokuz, beyaz, çıkış, haber,yemek gibi anlamları olduğunu ve hepsinin yazılışlarının farklı olduğunu öğrendik. Kulağa aynı gelen, aralarında çok az ton farkı olan bu kelimeleri söylemeye çalışmak bizler için imkansız sanırım.

Nan’da bisikletimiz için eksiklerimizi ve elifin yeni lastiklerini aldık, yokuşlardan sonra pedallara daha kuvvetli basan bacaklarımız ile hızlı bir şekilde şehirden uzaklaştık. 2-3 gün sonra, Nan bölgesinin bakir yerlerinde yapacağımız son etaba başlamadan önce, son bir kez biletlerimizde ki değişikliği kontrol ettik, gerekli düzenlemelerin yapılmadığını gördük ve oturduğumuz kafenin sahibinin telefonu ile gerekli değişiklikleri yaptık. Bu değişiklikleri yapmak için bu kafede oturmak ve telefon ile aramak bizim değerlendirebileceğimiz son şansımız olmuştu. Çünkü bundan sonra bir kaç gün boyunca, yolda telefon çeken pek bir yerin olmadığını gördük. Ertesi akşam kaldığımız polis kulubesinde plastik şişeleri kesip telefon için yaptıkları raflardan oluşan bir pano bile vardı. Çünkü burada eğer telefonu eliniz ile tutarsanız telefon çalışmazmış. Sadece bu plasitik şişelerden oluşan raflara telefonunuzu yerleştirip, siyah beyaz filmlerdeki telefonlar gibi karşınızda duran telefona konuşmanız gerekiyordu. Burada lüks sayılacak tek şey telefon ile konuşabilmek değildi, yemek yemek için tek bir lokanta bile yoktu, iki yolun kesişiminde ki köy sadece bir kaç evden oluşuyordu ve ayda yılda birisi geçiyordu. Bizden iki hafta kadar önce iki bisikletçininde burada konakladığını duyunca, bisiklet için kritik bir mesafede ki bu kavşağın buradan geçen her bisiketçi için bir mola yeri olduğunu anladık.

İmkasnızlıklardan dolayı burada ki polisler kendi yemeklerini kendileri yapmak zorunda kalıyorlardı. O gün bizi ağarlayacak olmanın gururu ile bizim için özel yemekler pişirdiler. Laos sınırına yakın olduğumuzdan, laosun her türlü hayvanı yeme alışkanlığı ile şekillenen akşam yemeğinde kirpide vardı.

Ertesi gün sabah yağan yağmur yüzünden biraz beklememiz gerekiyordu. Şansımıza önümüzde ki yol çok yorucu değildi ve 60km civarında bir mesafe yapmak bizi konaklayacağımız köye ulatıracaktı. Bu köy yaklaşık 40-50 evden oluşan çok az insanın yaşadığı ve adı ironik bir biçimde Ban Kok olan ufak bir sınır yerleşimiydi. Buraya vardığımızda bir kutlama hazırlığı gördük. Akşam köyde bir tür eğlence olacaktı. Kamp için bu sefer tapınağa gittik. Sanırım bu ilk tapınakta kalışımız olacaktı. Tapınaklar da konaklamak ilginç bir deneyimdi fakat eğer konaklama için tapnağı seçtiyseniz burada ki yaşantıya saygı göstermeniz gerekiyordu. Bu yüzden de hakkında çok fazla bilgiye sahip olmadığımı tapınak yaşantısına karşı, bu ilk seferde biraz ürkek yaklaştık. Bildiğimiz bir kaç şeyden sanırım en önemlisi rahiplerin öğle 12 den sonra bir şey yemedikleriydi. Yani akşama doğru açlıktan karınları kazınan rahiplerin önünde o lezzetli Thai yemeklerinde alıp yerseniz, kendinizi ve onları zor duruma sokabilirsiniz.

Tapınağa yerleştikten sonra akşam köy meydanına gittik. insanların yolun kenarına kurulan alanda eğlenmeye, yemek yemeye, içmeye ve şarkılar eşliğinde danlara başlamışlardı. Buradan geçerken bizi gören ve biraz ingilizce bilen bir kadın bizi hemen bir masaya oturttu ve bize bir şeyler ikram etti. Tok olduğumuzdan ve içki içmek istemediğimizden biraz kola ve su getirdiler. Sahnede ki dansçılar ve devamlı değişen şarkıcılar ile gece devam etti. Herkes dans etmeye başladığı sırada bize yer gösteren hanım yanımıza geldi ve bize kendisinin sahneye çıkacağını söyledi. Bende onun sahnede oluşundan faydalanıp onu ve tabi ki seksi dansçıları biraz daha yakından çektim. Her şey bitmeye yakın bu törenin aslında sahnenin arkasında fotoğrafı asılı olan kişinin ölümü ile ilgili bir kutlama olduğunu öğrendik. Burada birisi öldükten yüz gün sonra bu tür bir kutlama yapılıyor ve ölen kişi öylece anılmış oluyordu. Bizim için gözyaşı anlamına gelen ölüm fikrini burada bu şekilde karşılıyor olmaları beni şaşırtmıştı.

Sabah tapınaktan ayrılıp yolumuza devam ettik. Bu sefer ki yol gerçektende zorlu çıktı. Yol çok fazla konforlu değildi, yemek yemek sadece aralarında 20-30km mesafe olan köylerde mümkündü. Eğer yemek yemeden köyü geçip gitseydik bir sonra ki köye kadar aç gitmemiz gerekecekti. Genellikle Taylandda insanlar evlerinde yemek yapmadıkları, herşeyi dışarıdan aldıkları için yemek bulmak kolaydı. Fakat bu bölgede yemek için dikkatli olmak gerekliydi. Yol boyunca hava kapalıydı ve günün en sıcak saatlerinde ara ara yağış oldu. Bu yüzden de yol boyunca su ile ilgili çok büyük bir sıkıntı yaşamadık.

Burada yazılanlar dışında bir kaç ufak köyde daha konakladık ve Nan bölgesinin Laos’u takip eden yollarını geride bıraktık. Bu bir hafta boyunca geçtiğim yollar ve kaldığımız yerler benim için değerli birer anı oldular. Bu yollarda gerçekten çok zorlandık ve bazen bunca zorluğun ardından vardığımız yerlerde çok fazla konfor bulamadık. Bazen iki yolun kesiştiği bir kavşakta ufak polis istasyonunda ki 3-4 polis ile birlikte kalmamız gerekti, bazen de 400 yıllık olduğunu öğrendiğimiz ve kentin belkide oraya yapılma sebebi olan bir tapınakta kaldık. Ama ben bizden başka çok az insanın gördüğü bu yerleri görmekten keyif aldım. Çünkü burası milyonlarca gözün dolaşıp durduğu, izlediği, gördüğü yerlerden değildi. Bangkok ya da Chiang Mai değildi. Üzerine onbinlerce kelime yazılmamıştı, her gün milyonlarca makine tarafından fotoğraflanmamıştı ve işine yetişmeye çalışan, alışveriş yapmaya çıkmış, trafikte sıkışıp kalmış, otobus bekleyen, oturup bir şeyler içen, kırmızı ışıkta bekleyen, sevgilisi ile buluşmak için bir saat yol giden, hastaneye yetişen, bütün gün direksiyon başında araba kullanan, bilgisayar başında saatlerce çalışan, stresli, mutsuz, yaşlanmış,hasta ve artık görmek, yaşamak  istemeyen gözler tarafından görülmemişti. Burası sadece bir kaç göze görünmüşdü ve sırlarını bir kaç kulağa fısıldamışdı. Burada ki yaşantı yavaştı. Buradan hergün araba geçmezdi. Hızla geçen arabaların içinden bakan uyuşmuş gözler buraya ulaşamazlardı. Burası otoyol üzerinde değildi. O yüzden de burasının bir hafızası vardı: Çünkü buradan geçen gözler burada ki her evi, her köyü, tapınağı hafızalarına kazırlardı. Burada çok fazla bir şey bulamazsınız, burada şehirlerde rahatlıkla bulabileceğinizi her şeyden uzaktasınızdır. İstediğiniz şeylere ulaşamazsınız. Ama burası başka bir dünyanın kapılarını açar size. Burada insanlar size evlerini dolayısıyla kendilerini açarlar, burada insanların yaşadıkları yerlere girebilir onlarla yemek yer orada uyuyabilirsiniz. Bu hangi kültürde olursa olsun aynıdır. Müslüman da olsa, budist te olsa, hıristiyanda bu tür ufak yerlerde yaşayanlar hiç bir zaman yabancılara korkulu gözlerle bakmamışlardır. Burada ki evlerin kapıları her zaman misafirlerine açıktır. Bu benim gibi bisiklet üzerinde gezmeyi seven birisi için çok değerlidir. Çünkü o zaman insanlarla bir şeyleri paylaşmaya başlayabilirsiniz. İnsanların hayatlarına bir süre ortak olursunuz. İçtiğiniz bir kahve para karşılığında sizden başka binlerce defa yapılmış bir kahve olmaz. Onu yapan samimiyet belki tadını değiştiremez ama, bekide size kahvenizi içene kadar hiç duymadığınız şeyleri anlatacaktır. Burada kıyafetlerinizden, sizi koruyan duvarlardan, vitrinlerden, mağazalardan, camlardan yoksunsunuzdur. Bir cafenin klimalı ortamında yağan yağmura bakarak hiç bir şey yokmuş gibi kahvenizi içerek yağmurun bitmesini bekleyemezsiniz. Burada yağmurun altında kalırsınız. Uzaya çıkmak için yapılmış özel kıyafetler gibi sizi dış dünyadan yani şehir yaşantısından koruyan, camlar, duvarlar, klimalı arabalardan uzaktasınızdır. Dünyadasınızdır. En yakın otoyoldan uzakta, şehirlerden uzakta, sessiz ve güzel bir dünyanın içindesinizdir.