786

This slideshow requires JavaScript.

Şehirde, Mae Sot’ta Kaan’ın bize gösterdiği bir çorbacı bizim favori kahvaltımız oluyor. Bu bölgeye özgü olan bu çorba tavuklu veya yuurtalı servis ediliyor. Çorbanın noddleları yumurtalı olduklarından sarı renkliler ve bir spagetti kadar kalınlar. Çorbanın asıl lezzeti ise suyundan geliyor. Çorbanın suyu et suyu ve hindistan cevizi sütü ile hazırlanan özel bir karışım. Bizim bu lokanta burada yaşayan müslüman ailelerden birisine ait. Ailenin reisi olan bey aslında eski bir Thai Boksörüymüş. Şimdi emekli olan bu boksorle lokantada karılaşıyor ve onu lokantanın önündei hemen girişte duran dondurma dolabındaki bütün dondurmaları teter teter açıp içlerine bakarken yakalıyoruz. Kaan boş ver o buranın sahibi desede, bu emekli boksörün çocuklarda görülecek bir merakla bütün dondurmaları açıp bakmasını izliyoruz.

Burada bulunan lokantaların bazılarında, bizim oturduğumuz lokantada olduğu gibi 786 rakamı yazıyor. Bu rakam aynı zamanda bakkallarda satılan ufak atıştırmalık ürünlerin bazılarının üzerinde de var. Bu bizim ülker, eti gibi bir marka olmuş durumda. Bu rakam burada yaşayan mülümanlar tarafından kullanılan bir rakam. Burada müslümanların yedikleri helal yemek dedikleri ürünler için kullanılan gizli bir şifre. Kökeni ise çok eskilere dayanıyormuş. Thai müslümanların bu kadar kullanmalarının nedeni ise inanışlarına göre bu sayının kuranda şanslı rakamlar sayılması ve billahirrahminirahimin behcet hesabına göre toplamının sonucu olması elde edilebilir olmasıymış. İslam dünyası bu durum karşısında ikiy bölünmüş ve bir kısmı böyle kutsal bir kelimenin toplanmasının bile günah olduğunu düşünselerde bu sayı inananlarn büyük bir kısmının günlünde yer almış. Asıl kökeninin ise islam dini değil hinduizm olduğu düşünülüyor. Tabi bu tarihçilerin yaptığı bir saptama. Konu inanç olunca köken olarak istediğine inanabilir insan. Burada önemli olan kendilerini iyi hissetmeleridir. Bu yüzden de bu sayı burada müslüman beslenmesinin sembolu haline gelmiştir. Türkiyede bu sayı henüz çok popüler değil. Fakat fastfood kültürümüzden biraz uzaklaşıp, hızla özümüze döndüğümüz şu günlerde bu rakamı beslenmek için kullandığımız ürünlerin çoğunda görmeye başlayacağız belkide.

Ebcet hesabı denilen sistem ise 786 sayısından daha enteresan bir sistemdir. Arapların yaratıcı oldukları dönemlerde hem günlük hayatta, hemv ticarette hemde bilim ve sanatta kullandıkları bu hesap sistemi zaman zaman bir şefreye dönüşmüş ve sadece hesaplamasını bilenler tarafından anlaşılacak bir dil haline gelmiştir. Arapların matematikte ileri olduğu dönemlere ait olan bu hesapların kökeni ile ilgili bazı teorilerde vardır. Bazı araştırmacılar bu hesap sisteminin araplardan öncesine ait olduğunu ve araplara miras kaldığını savunmaktadır. Fakat aynı dönem arapları avrupaya ve bütün dünyaya şimdi kullandığımız onluk sayı sistemininde tanıtmışlardır. Belkide bu yüzden Taylandda bizim ve dünyanın bir çoğunun kullandığımı rakamlar ile yani “1,2,3,4,….” şeklinde rakamlardan oluşarak bir sayı yazılacaksa Thai Halkı ona Arabik harfler demişlerdir. Bu anlattıklarım buradaki müslüman-arap etkilerinden bir kaçıdır.

Mae Sot, pazar yeri ve ülkenin en dar sokağı.

This slideshow requires JavaScript.

Ve Tekrar Mae Sot

This slideshow requires JavaScript.

Bizi ormandan çıkaracak ve Mae Phrik kentine götürecek olan yol tahminimizden iyi çıkıyor ve 10km düzgün ama toprak bir yolda ilerledikten sonra ufak bir köyden geçiyor ve asfalta çıkıyoruz. Hava bugün güzel olduğundan orman yolunu geride bıraktığımızda bisikletlerimiz geçen seferki gibi çamur içinde kalmıyorlar. Buraya gelirkenki orman yolu o kadar zorluydu ki lastikleri ve bizi bitirmişti. Yol bazen yıkılmış olan ağaçlarla kapanmış, bazende akan suların oluşturduğu arklardan yoldan çok bir kaç kola bölünmüş ilerleyen bir nehirin minyatürüne benzemişti. Yağan şiddetli yağmurda kayganlaşan killi toprak üzerlerinde dişsiz lastik bulunan bisikletlerimizi buzda gidiyormuş gibi binilmesi zor hale getirmişti. Herşey geride kaldığında ise benim lastiklerimin bir kısmı soyulmuş geri kalan kısımlarıda kolayca soyulacak hale gelmişti. Lastiklerin soyulan kısımlarından içindeki kolay aşınabilen kumaş dokuma katman görünüyordu. Bu katman dağ yolları gibi yollarda kolayca aşınabilir ve bir anda yırtılabilirdi. Bu yüzden de şimdi geride bıraktığımız dağ yolunun nispeten daha düzgün olması beni sevindiriyor. Lastikleri incelediğimde beni rahatlıkla Mae Sot’a kadar götüreceklerini görüyorum.

Yolun bu kısmının daha düzgün olmasını bekliyordum zaten. Çünkü kaldığımız orman kampının 1km yakınındaki köyde bir bakkal vardı. Bu bakkalda bulunan malzemelerin, köydeki evlerin yapımı için kullanılan malzemelerin bizim ilk kullandığımız yoldan getirilmesi neredeyse imkansızdı. Bu ilk yol ancak traktörler için kullanılabilir bir yoldu. Yolun ikinci yarısı araçların her gün gidip gelebileceği ve köye erzak taşıyabileceği bir kalitede olmak zorundaydı zaten.

İlk köyü geride bırakıp asfaltta devam ediyor ve geniş bir barajın kenarında ilerlemeye başlıyoruz. Yol kenarları tıraşlandığından ve baraj daha yeni sayılacağından turumuzun en kurak yolu burası oluyor. Yol açmak için tıraşlanmış ağaçsız dağ yamacı yolun kenarını ağazsız bırakmış. Bu durumu bizim için bir avantaja dönüştürüp kocaman bir amip biri şekilsiz devam eden baraj gölünün ağaçlar ile kesilmemiş manzarasında ilerliyor ve bol bol fotoğraf çekebiliyoruz. Tayland’da bitki örtüsü o kadar kalındır ki eğer bir yolda ilerliyor ve yol kenarında ufak bir manzara görebiliyorsanız şanslı gününüzdesinizdir. Çünkü manzra genelde kalın bir bitki tabakası ile gizlenmiş durumdadır.

Mae Phrik’e gelince ufak bir tatlı molası veriyoruz. Burası ufak bir köy aslında, bir kaç ev, bakkal, bir tapınak ve bir benzinlik bu ufak köyün önemli merkezleri. Burada tapınağın köşesindeki bir tatlıcıda karnımızı doyurduktan sonra yolumuza devam ediyoruz.

Ara yollardan ilerleyip yolun ortalarına doğru bir defa daha yol soruyoruz. Bu yol ortasındaki yerleşim haritada görünmeyen ufak bir köy. Burada yol sorduğumuz insanlar yol kenarında bir tadilat yapıyorlar. Bunlardan bir tanesi bize yolu tarif ediyor. Anlattığına göre kendisi motocross meraklısıymış Bize telefonundan motorunun fotoğraflarını gösteriyor. Daha sonrada kendi yarışlarından bir video daha gösteriyor. Yarış videosunu izledikten sonra arkadaşımızın sıradan bir motocross meraklısı olmasığını Thailand beşincisi olduğunu öğreniyoruz. Tayland beşincisinin haritalarda adı bile bulunmayan böyle ufak bir köyde yaşaması garip değil mi? Uzayan sohbetimiz sonunda konuştuğumuz kişinin japonyada 6 sene yaşadığını ve iyi japonca bildiğinide öğreniyoruz. Böylece Elif japonca pratik yapabiliyor. Kendi 9 yaşındaki çocuğuda motocross yarışlarına katılıyormuş. Burada bu tür sporlar ile çok erken yaşta ilgilenmek mümkün oluyor. Bir defasında televizyonda bir bisiklet programı izlemiştim. Programda BMX bisikletleri için yapılmış bir kapalı pist tanıtılıyordu. Bu pist aynı zamanda gençler ve çocuklar için bir eğitim alanı olarakta kullanılıyordu. Programda 7-8 yaşlarında 10 kadar çocuğa verilen BMX derslerinin bir kısmıda gösterilmişti.

motocross tayland bişincisi

Yolumuza devam ediyor ve yağmur hafif çiselerken Ban Tak kentine ulaşıyoruz. Burası bizi Mae Ramat üzerinden Mae Sot’a götürecek yol ayrımında bulunuyor. Bu kentte akşam yemeği için pazarda dolaşırken daha önce İssan bölgesinde karşılaştığımız Thai bir bisikletçi ile karşılaşıyoruz. Emekli bir öğretmen olan bu bisikletçi uzun yollar yapmış ve aylardırda yollardaymış. Fakat bisikleti çok kötü durumda olduğundan her gün kısa mesafeler yapabiliyor. Bisikleti bozulunca kendisine ucusundan vitessiz bir bisiklet almış. Ayrıca budist rahipler gibi ayakkabı kullanmadığından bisikletine hep yalın ayakla binmesi gerekiyor. Bu bisiketçi ile tekrar karşılaşıp fotoğraf çektirdikten sonra ayrılıyor ve ertesi gün yapacağımız tırmanışlar için iyi bir dinleniyoruz.

Ban Tak’dan Mae Ramat’a giden yol geçektende keyifli bir yol fakat keyifli olduğu kadar da dik ve dar. Yol boyunca çok fazla yemek yeme imkanı yok. Bu yüzdende ilk tırmanışın sonuna kadar belkide 3 saat hiç yemek yiemiyoruz. 30-40 km sonraki ilk köyde durup yemek yedikten sonra yola devam ediyor ve 5kmlik bir tırmanışa daha başlıyoruz. Yolun bundan sonraki kısımlarında çok fazla fotoğraf çekiyoruz. Doğa çok güzel. Bu yüzden de bu bölgede bir gün daha kalmak istiyor ve inişe başaldığımızda polis kulübesindeki polislere yakınlarda bir kamp yeri olup olmadığını soruyoruz. Söylediklerine göre 4km ileride bir yer varmış ve çok da güzelmiş. Hiç düşünmeden yolumuz üzerindeki bu kamp alanına ulaşmak için bir 4km daha devam ediyoruz. Aslında inişi tamamlayacak ve aşağındaki Mae Ramat kentine ulaşacak zamanımızda var. Fakat geçtiğimiz yerlerin doğası o kadar güzel ki şehirde sıcak beton binarın arasında uyumak hiç işimize gelmiyor. Gerçektende tam 4km sonra aslında bir milli parka ait olan bir şelaleye geliyoruz. Bu şelaleye kamp yapmak için giriyoruz ve bu zamana kadarki en bakımlı, en güzel milli parklardan birisine geldiğimiz anlıyoruz. Bize kamp için gösterdikleri alan o kadar güzel ve bakımlı ki, bize bir ormanın ortasında olduğumuzu unutturuyor ve sanki bir tatil köyündeymişcesine güvende hissediyoruz kendimizi. Gece yağmur yağacağından bize kamp alanının yanında yer alan gösterişli bir ahşap binanın içinide açıyorlar. Burada sıcak birşeyler içebiliyor ve bu binanın geniş balkonunda yağmurdan ıslanmadan kamp kurabiliyoruz.

Sabah Mae Ramat kentine varıyoruz. Burası daha sonra öğrendiğime göre bundan 4-5 sene önce bir yıkım yaşamış. Yağmurlu mevsimde ormandan gelen bir yağmur bütünkenti yerlebir etmiş. Kentliler ormanda kestikleri odunları ormanda saklıyorlarmış. Yan yana dizili bu odunlar yağmur sularını bir barajgibi biriktirmiş, biriktirmiş ve bir anda boşalıp dev yağmur suları ve aralarındaki odunlar ve çamur evleri yıkıp geçmiş. Onlarca insan hayatını kaybetmiş. Elif’le burada, Mae Ramat’ta ayrılıyoruz. Elif burada yemek yemek istiyor bende Mae Sot’a bir an önce varmak ve bir bisiketçi bulup lastiklerimi değiştirmek istiyorum. Elif’i bıraktıktan sonra 40km mesafedeki Mae Sot’a varıyor ve daha önce kaldığımız otele yerleşiyorum. Dışarıya çıkıp bir bisikletçi arıyorum fakat iyi bir bisilet mağazası bulmak çok zor. 3-4 mağaza gezdikten sonra Kaan’ın mağazasına uğruyorum. Kaan’a durumu anlatıyorum ve beraber şehrin az dışındaki bir bisiklet mağazasına gidiyoruz. Burası aynı zamanda benim surly bisikletlerinde satıldığı bir mağaza. Bu mevsimde bir sürü yeni bisiklette geldiğinden mağazada onlarca surly, canondale bisikletler var. Bu bisikletlerin hepside çok üst düzeyde bisikletler. Bu bisikletleri gördükten sonrada istediğim lastileri rahatlıkla bulabiliyorum. Buradan Umpang’a gidiş hakkında da bilgi alıyoruz. Söylediklerine göre normalda 3 gün sürermiş gitmek ama bazı inatçı, zorlamayı seven bisiletçiler 2 günde de yapabilirlermiş umpang yolunu. Bu durumda yüklü bisikletlerimizle biz bu yolu 3 günde yapacağız demektir. Bir 80-100km ileride Tayland’ın sonu olarak adlandırılan yere gitmek içinde 1-2 gün harcamamız gerekecektir. Bu durumda 4-5 gün gidliş bir o kadarda geliş için zaman kaybedeceğiz. Akşam Elif’i bulduktan sonra hep beraber yediğimiz akşam yemeğinde Mae Sot’’ta bir gün daha kalmaya ve Umpang’a, Tayland’ın sonuna olan turumuzu ikinci defa iptal etmeye karar veriyoruz. İlk gelişimizde de amacımız umpanga gitmek olsada zaman dar olduğu için vazgeçmiştik. Bu yüzden bu yolu yapmak için tekrar Mae Sot’a geldik ama tekrar vazgeçiyoruz. Görünüşe göre bir daha Tayland’a gelişimiz sadece Umpang için olacaktır.

Kaan ile ertesi gün araba ile Umpang yolundaki ilke şelaleye gidiyoruz. Bu gün Pazar, bu yüzden de tatil. Fakat hava yağacak gibi göründüğünden insanlar bu şelaleye piknik yapmaya gelmemişler. Bu sayede şelalenin insansız fotoğraflarını çekebiliyoruz. Şelalede vakit geçirdikten sonra yakınlardaki bir Monk köyüne gidiyoruz. Monklar buraya çinden göçüp gelmiş bir halk. Zamanında Kral Taylanddaki Monklara vatandaşlık hakkı vermiş. Monklarda buraya yerleşmişler. İlk zamanlar uyuşturucu ve tarımla ilgili olsalarda bu günlerde sadece tarımla ilgilenmeye başlamışlar. Çok çalışkan olduklarından da kilometlerlerce ormanı yakıp yerine tarla açmışlar. Kaan’ın anlattığına göre son 10 yılda bu bölge çok fazla değişmiş. Çok fazla orman yakılmış ve tarla açılmış. Monkların kullandıkları kimyasal gübreler yüzünden 10 yıl içinde verimsiz hale gelen toprakları kullanmak istemeyen monklar her sene yeni tarlalar açmak yeni ormanlar yakmak zorunda kalıyorlarmış.

Biz bir Monk köyüne gidip biraz fotoğraf çekiyoruz. Kaan’ın zoom objektifini ödünç alıyor ve kendi makinemde deniyorum. Bu sayede farklı fotoğraflar çekebiliyorum. Ardından Burma sınırında yer alan markete gidiyoruz. Burada karnımızı iyice doyurduktan sonra Japonya’dan gelen ikinci el arabaların, bisikletlerin satıldığı dükkanlara bakıyoruz. Burma ile Tayland arasında Legal olan ve bizim önünde durduğumuz sınır haricinde bir de legal olmayan sınırlar varmış. Bu sınırlarda yüklü mktarda mallar indiriliyor ve bir tür ticaret dönüyormuş. Zamanından buraya gelen bisikletler büyük balyalar halinde kilo hesabıyla satılıyorlarmış. Forkliftler gelip bu bisiklet balyalarını kaldırıp arabalara yüklüyorlarmış. Bu balyaların 3-4 tanesinin koca bir kamyonu dolduracaktır. Zamanında çok fazla insan bilmesede daha sonraları Bangkok’tan ve başka kentlerden de insanlar gelmeye ve buradan bisiklet almaya başlamışlar. Bisiklet satışı burada ün yapmaya başlayıncada insanlar bisikletlerin iyilerini toplayıp burada sınırda dükkanlarda satmaya başlamışlar. Böylece sınıra gelirken sağlı sollu ikinci el bisiklet dükkanları görmek mümkün oluyor.

Buda’nın doğum ve ölüm günü, ormanın ortasında iki gece.

This slideshow requires JavaScript.

Sabah erkenden eşyalarımızı topluyor ve herzaman gittiğimiz yerde kahvaltımızı yapıyoruz. Buradaki iyi insanlarla vedalaştıktan sonra bir kalyonun içinden geçerek bir gölün kenarında yer alan Doi Tao kentine ulaşacak olan yolculuğumuza başlıyoruz. İlk etapda içinden geçtiğimiz kalyon bir  milli park aslında. Fakat vaktimiz olmadığından milli parka, kalyonun içine girmiyor, kalyonu diğer tarafından devam eden yol üzerinden seyrederek yolumuza devam ediyoruz. Kalyondan sonra bir 15km daha devam edince bizim öğle yemeğimizi yiyeceğimiz Hot kentine varıyoruz. Tayland’da oluca adı Hot olan bir kentten daha fazlasını beklerdim doğrusu. Bu kent bizi hayal kırıklığına uğratıyor ve kısa bir yemek molasının ardından kenti terk etmekte acele ediyoruz.

Doi Tao ise geldiğimiz mevsim dolayısı ile ilginç bir sürpriz hazırlıyor bize. Kent yol kenarında oldukça hareketsiz bir yer. Fakat göl kenarına vardığımızda tamamen kurumuş olan göl ürkütücü bir görüntü oluşturuyor.Gölde su varken kullanılar yüzer evlerin hepsi gölün bir zamanlar bulunduğu devasal arazinin çeşitli yerlerinde farklı yönlere yatarak karaya oturmuşlar. Göl yatağı yemyeşil otlarla kaplandığı için bu rasgele duran ve ne bir yolu, ne de bir bahçesi bulunan evlerin aslında yüzer evler olduklarını anlamak zor. Ayrıca amanında ya Pazar yeri kurmak için yada tekneleri bağlamak için kullanılan direkler arazinin çeşitli yerlerine yayılmışlar. Gölün yatağına inip bisikletim ile yakındaki evlerin yanına kadar kısa bir tur atıyorum. Göl yaklaşık 10km çapında olduğundan tamamı hakkında kesin bir bilgi edinmek imkansız. Fakat gölün en azından görünen kısmı oldukça yabani bir görüntü sunuyor. Herşey anlamsız ve rastgele görünüyor. Akşam bu ürkütücü göl kenarında kamp kurmamak için oradan uzaklaşıyor ve Doi Tao tapınağından geceyi geçirmek için izin istiyoruz. Tapınakta kalabileceğimizi öğrendikten sonra yakınlardaki bir lokantada 3 kg kadar mango yiyip karnımızı doyuruyor ve ardında tapınağa geri dönüyoruz.

Yeni sayılacak bu tapınakta bize geniş bir oda veriyorlar. Odanın içinde tuvalet ve duş olduğundan gece tuvalete giderken köpeklerin havlamasına sebep olmayacağız. Odaya yerleşip duşumuzu aldıktan sonra bizimle ilgilenen rahip geliyor ve bize vantiratör, soya milk ve çeşitli içekler ve 1kg kadar daha mango getiriyor. Kullanmamız için getirdiği eşyaları bıraktıktan sonra saat 7 de bir ayin olduğunu söyleyip ayrılıyor.

Saat yedide yapılacak olan büyük kutlamanın sıradan bir ayin olmadığını anlamak bizim için kolay oluyor. Oldukça uzun ve kalabalık olan ayinin sebebi bu gün Buda’nın doğduğu, buda olduğu ve öldüğü gün olmasıymış. Kutlama ve merasim, doğum ile ölüm bir arada yani. Thai geleneğinde ölüm yas tutulacak bir durum gibi algılanmadığı için insanlar bugün oldukça neşeliler.

Tapınaktaki ayin ve ardından başlayan meditasyon bittikten sonra insanların bizlerede verdiği çiçeklerin arasına yerleştirilmiş mumları ve tütsüleri yakıyor ve tapınağın etrafında ayakkabılarımızı olmadan bir kaç tur atıyoruz. Ardından yanan mumlar tapınak dışındaki Buda heykellerinin önüne, tütsülerde bir dilek dilenip heykellerin önündeki kum dolu kovalara dikiliyor. Çiçekleride heykelin kucağında taşıdığı bir kovaya bıraktıktan sonra dileklerin geçekleşip gerçeklermediğini görmek için işi zamana bırakıyoruz. Tüm bu ayin süresince en az Buda kadar ilgi konusu olan şey bizlerdik. Bu ufak köyde böylesine önemli bir ayinde bulunduğumzdan bütün kameralar bizi takip ettiler ve yanlışıyla doğrusuylar yaptığımız her hareket fotoğraf makinelerine kaydedildiler. Her şey bittikten sonra hep birlikte tapınağın önüne geçip son bir fotoğraf daha çekiliyoruz.

Tapınağın büyük rahibinin bu gün bir mide rahatsızlığı varmış. Buna rağmen oldukça güler yüzlü ve neşeli davrandığından ayine katılan kimsenin onun rahatsızlığını hissetiğini sanmıyorum. Bu tapınaktaki genç rahiplerin böyle neşeli bir ortamda bulundukları için şanslı olduklarını düşünüyorum.

Elif’le odanın içine kurduğumuz çadırlarımıza girip erkenden uykuya dalıyoruz.

Sabah ilginç bir yol hikayesine daha başlıyoruz. Benim fotoğraflarını çektiğim detaylı haritaların birisinde görünen bir yoldan bir sonraki kente Mae Phrik’e ulaşmaya karar veriyoruz. Buraya gitmek için saptığımız daha ilk yol o kadar daralıyor ki haritada gördüğüm yolun gerçektende keyifli geçeceğini hissediyor ve keyfim yerine geliyor. İlerleyip 60km kadar yol yaptıktan sonra kendimizi Pink milli parkının kapısında buluyoruz. Bu noktadan sonra geri dönme şansımız olmadığından milli park görevlilerinden yol konusunda yardım almaya karar veriyoruz. Park görevlileri bizim gidebileceğimiz bir yol olduğunu fakat biraz bozuk olduğunu söylüyorlar. Biz buna rağmen devam etmek istiyoruz ve görevlilerden birisi motor ile önde biz arkada 10 km kadar parkın içine dalıyoruz. Daha sonra sola kırılan aracık bir asfalt yola sapıyoruz. Bu dar yolda 3 km ilerledikten sonra sağanak bir yağış başıyor ve yağış altında bir çamura dönüşmüş bir patikanın önünde ben ve motorlu milli park görevlisi durup Elif’in gelmesini bekliyoruz.

Yol ormanın içine dalıyor ve bu şekilde inişli çıkışlı tam 11km devam ediyormuş. Yağan yağmur o kadar şiddetli ki yolun bir kısmının tamamen sular altında kalacağı kesin. Buna rağmen Elif’in geldiğini gören motorlu milli park görevlisi yola dalıyor ve bizde mecburen arkasından takip ediyoruz. Bizim için kritik bir yol ayrımına kadar bize eşlik eden görevli bizi ormanın içinde yalnız bırakıp geri dönüyor. Elifle bir saat sonunda yolun yarısını tamalayabiliyoruz. Yolda çamur ve sağanak yağışın haricinde ağaçları kesip olduğu gibi koyarak yaptıkları köprüleri aşmak zorunda olmak bizi iyice yavaşlatıyor. Tüm bu yavaşlatan engellere bir de çamurdan çalışmaz hale gelen frenler ekleniyor. Ben yol gidonuna sahip bir tur bisikleti kullanmama rağmen bu şekilde çamurun içinde ilerlemekten büyük keyif alıyorum. Elif ise bu tür yollardan nefret ettiğinden yolun bozuk olan kısımlarında kendini riske atmıyor ve bisikletten inerek devam ediyor.

Eğer bir aksilik olurda geri dönmemiz gerekirse yolu hatırlamkta zorluk çekmeyeceğimizden ve daha vakit erken olduğundan çok fazla endişelenmiyoruz. Ben yolun sonlarına doğru aradaki farkı açarak önden gidiyor ve köyü bulmaya çalışıyorum. En sonunda köyü bulamayacağımı, yanlış yola saptığımı sandığım bir anda yol kenarında bir motosikletli görüyorum ve yanına gidip köy yolunu soruyorum. Köye neredeyse gelmişim bile sadece bir km   varmış. Rahatlamış bir şekilde geri dönüp Elife iyi haberi vermeye gidiyorum.

Elif’in sineklerle başının belada olması dışında keyif alarak bu zorlu ve ıslak etabıda geride bırakıyoruz. Köyden 1km önce milli park ofisininde bulunduğu bir alanda kamp kurabileceğimizi bize söylemişlerdi. Köye varmadan önce bu alana bir göz atıyoruz. Bunca çamurun içinden geçip geldikten sonra bu yemyeşil, temize ve bakımlı yerde kalacak olmak bize iyi gelecek. Görevlilere kendimizi tanıtıp geceyi burada kamp yaparak geçireceğimizi söyledikten sonra köye gidip yiyeceik bir şeyler alıyoruz. Geri döndüğümüzde görevliler bizim için bir kulube ayarlamışlar bile. Bisikletlerimizin bile içine rahatlıkla sığabileceği bu kulubelere çadırlarımızı kuruyor ve dışarıda kamp yapma fikrinden vazgeçiyoruz. Akşam başlayan yağmur dolayısı ile kulübelerde kaldığımız için kendimizi şanslı hissediyoruz.

Sabah bu milli parktada bir gece daha kalmaya karar veriyoruz. Burada kaldığımız nokta öyle garip bir yer ki, iki taraftanda buraya ulaşmak için geçtiğimiz bozuk yolları aşmak gerekiyor. Yemek yediğimiz köyden Mae Phrik’e giden yolun 11kmside aynen buraya gelirken kullandığımız yol gibi bozulmuş. Yani bu köye gelen her yiyecek, her içeçek bu bozuk yollarda traktörlerle yada 4x4lerle taşınarak getiriliyor.

Bizim bu imkansızlıklarla dolu mola gerimizdeki menü ise kendimizi şanslı hissedeceğimizi kadar zengin. Burada yemeklerde daha önce denemediğimiz Muz bitkisinin gövdesi ile yapılan bir çeşit tavuklu yemek, Jack Fruit meymesinin çekirdekleri, bir çeşit mantar olduğunu tahmin ettiğim ama tadı ve yemesi fıstığa benzer bir çerez ve bir çeşit fasulya yemeği deniyoruz. Tayland’da her yerde bulamayacağımız bu yemeklere ulaşabilmek için belkide bunca zahmete katlanmak şarttır.

Doi Inthanon; sonunda Tayland’ın en yüksek tepesi

This slideshow requires JavaScript.

Sabah erken kalkıp eşyalarımızı topladıktan sonra guesthousenın bahçesinde kahvaltımızı yapıyoruz ve ardından bisikletlerimize atlayıp şehri terk etmek için yolla koyuluyoruz. İlk işimiz trafikten kurtulmak, eski kent merkezinden çıkmak ve buraya gelirken kullandığımız 121 numaralı yolu bulmak. Daha sonra bu yoldan güneye doğru devam edip Doi Inthanon’a gidebileceğimiz sakin yollardan birisine sapacağız. Bu yolun bizi Doi İnthanon eteklerinde sakin bir köye kadar götüreceğini ümit ediyoruz. Planımız ilk gün dağın eteklerinde kamp yapmak, ikinci gün ise yaklaşık 40-50km tırmanış yaparak zirveye ulaşmak. Chiang Mai yakınlarındaki doi sutemp tepesine tırmanış yaparken tanıştığım bir bisikletçi, yüklü bir tur bisikleti ile zirveye 8 saatte ulaştığını söylemişti. Bir başka bisikletçi ise son 5 kilometrenin yolun en zor kısmı olduğundan bahsetmişti.

Daha eski kentin surlarının dışına yeni çıkmışken köşedeki bir bisikletçi dükkanında bir tur bisikleti gözüme çarpıyor. Biraz incelesem mi diye kararsız pedallarken trafik ile birlikte mağazadan uzaklaşıyoruz. Kaldığımız yere bu kadar yakın bir mağaza olduğunu ve bunu 6 gün boyunca farketmemiş olmamıza şaşırıyorum. Eski kent merkezinin köşesine varınca bizi Chiang Mai’nin dışına çıkaracak olan ana yola sapıyor ve bir kaç tane bisiklet mağazasının daha önünden geçerek 121 numaralı yola sapıyoruz ve ilk benzincide durup lastiklerimize biraz hava basıyoruz. Elif’in lastiklerine biraz yakından bakınca durumlarının pek iyi olmadıklarını farkediyoruz. Daha önce Nan bölgesinde eski lastikleri değiştirmek zorunda kalmış ve yerlerine bu kalitesiz lastikleri takmıştık. Ne var ki bu lastikler tahminimizden daha az dayanıklı çıktılar ve 5bin km bile yapmadan ilk kusurlarını göstermeye başladılar. Bu lastikler ile ana yollarda gitmemiz mümkün olabilirdi fakat şimdi gideceğimiz yollar çok bakir ve dağlık. Burada lastiklerin başına bir şey gelirde yenisini bulmamız gerekirse, başımızın ağrıyacağı kesindi. Bu yüzden de hiç riske gimeyip geri dönüyor ve 2km önce geçmiş olduğumuz son bisiklet mağazasına giriyoruz.

İlk mağazada sadece bir adet dış lastik bulabiliyoruz ve bunda da bir üretim kusuru var. İşimizi göremiyoruz. Mağaza bizi az ilerideki bir başka mağazaya yönlendiriyor. Bu mağazaya gelince 4 yıl önce jantlarımı ayarlattığım yer olduğunu fark ediyorum. Burada da aradığımız lastikleri bulamıyoruz. 4 yıl önce jantlarımı akort eden çocuk bizi bir önceki mağazaya geri yönlendiriyor.

Bu durumda tek çaremiz tur bisikletinin gözüme çarptığı mağazaya geri dönmek oluyor. Şehrin sadece 3-4 km dışında olduğumuzdan mağazaya hiç düşünmeden pedallıyoruz. Eski kent surlarının dibindeki mağazaya girebilmek için u dönüşü yapıp yolun diğer tarafına geçmemiz gerekiyor. Biz tam dönerken birisi bizi tanıyormuş gibi el sallıyor ve bizde duruyoruz. Kendiside kendinden tam emin olmadığından fakat el sallamış bulunduğundan garip bir durum oluşuyor. Olayı açıklığa kavuşturmak için konuşuyoruz.

Söylediğine göre biz Laos’ta Luang Prabang girişinde karşılaşmışız. Zar zor hatırlıyoruz. İki bisikletçi ile yol üzerinde karşılaşmış ve 10dk kadar ayak üstü bir sohbet yapmıştır. İki grup bisikletçi farklı yönlere gittiğimizden ve hava kararmak üzere olduğundan sohbetimizi kısa kesmek zorunda kalmış ve yollarımıza devam etmiştik. Bisikletçilerden birisi Amerikalı diğeride İsrailliydi. İşte karşımızda duran bisikletçi Amerikalı olanmış ve daha bu sabah tur boyunca çekmiş olduğu fotoğrafları düzenlemiş, sabah beraber çekildiğimiz fotoğraflara bakmış ve bu tazelenmiş hafıza ile biz u dönüşü yapmak için yavaşlayıp tam da önünden geçerken, daha sabah gördüğü arkadaşlarına farkında olmadan el sallayıvermiş. Tüm bu tesadüf ve aradan geçen zamanın biriktirdiği anlatılacak onca şeyden ötürü sohbetimiz uzun sürüyor. Bir süre buralarda olduğunda bize kentte ki bisiklet mağazalarnın yelerini harita üzerinde gösteriyor. Arkadaşımızdan ayrıldıktan sonra ilk iş olarak tur bisikletini gördüğümüz mağazaya giriyoruz. Burada istediğimiz gibi bir dış lastik bulamasakta bisikletleri incelediğimizden aklımız burada kalmıyor. Amerikalı bisikletçinin bize tarif ettiği mağazaya gidiyoruz. Burada da aradığımızı bulamıyoruz fakat mağaza sahibi bizi taa ilk uğradığımız bisiklet mağazasının yakınlarındaki bir başka mağazaya yönlendiriyor. O mağazada kendisine aitmiş. Saat 3’ü geçiyor. Bu yüzden de eğer bu son mağazada da aradığımızı bulamazsak şehri terk edemeyeceğiz ve bir gün daha kalmak üzere geri dönmemiz gerekecek. Son mağazadaki çalışanların en suratsız alışanlar olmalarına rağmen bizim yüzümüzü güldürüyorlar ve dilediğimiz lastikleri alabiliyoruz.

Saat 4 ve iki saat içinde yapmamız gereken uzun bir yol var. Vakit kaybetmemek için haritadan alternatif yollara aramıyor ve tabelaların bizi Doi Inthanon’a ulaştırmasına izin veriyoruz. 40km kadar yol yaptıktan sonra ukaf bir köyde mola veriyoruz. Vakit iyice geç olduğundan bir sonraki kente ulaşacak vaktimiz yok.

Haritada bize bir sürpriz yapıyor ve tam bulunduğumu noktadan batıya sapan bir yol Doi Inthanon’a doğru tırmanıyormuş gibi görünüyor. Emin olmak için gidip polise soruyoruz. Daha kısa ve daha dik olduğunu söyledikleri bu yolun doğrudan zirveye çıkan kısmı oldukça bozulmuş. Son bir hafta her akşam yağmur yağdığından yolların çamur olabileceğini zirveye buradan çıkarsak zorlanacağımızı söylüyorlar. Buna rağmen yolu devam eder ve dağı geçip etrafından dolanırsak bir gün vakit kaybederiz fakat zirveye çıkan asıl yola ulaşabiliriz. Bu bizim işimize gelir, çünkü bu ara yollarda en az zirveye çıkan yollar kadar keyifli olacaklardır.

Akşam ara yollarda bir tapınakta kamp kurduktan sonra sabah erkenden yola çıkıyor ve Doi Inthanonun eteklerine ulaşmaya çalışıyoruz. Yolculuğun bir kısmı çok hafif bir yağmurda geçiyor. Yolun bu kısmında çok fazla yerleşim olmadığından önümüzde ki kentlere ulaşacak şekilde plan yapmamız gerekiyor. Çünkü Tayland’ın en yüksek dağının etrafında bir tur atmak istiyorsanız uzun tırmanışlara hazırlıklı olmak gerekir. Bu yollarda 20km gibi kısa görünen bir mesafe bile 4 saat sürebilir.

Yolda fil eğiten bir kaç kişi görüyoruz. Buradaki filler turistlerin gezmesi için eğitilmişler. Ne var ki her canlı gibi fillerinde bazı rahatsızlıkları olabiliyormuş. Biz tam durum fotoğraf çektiğimiz sırada fillerden birisi büyük bir gürültü ile osuruyor. İlk başta ne olduğunu anlayana kadar korkutucu bir ses gibi gelsede üzerinde mahsur kalan turistlerin halini düşününce çok komik bir sahve oluyor benim için. Fil eğitmenlerine önümüzde ki kente nasıl gidebileceğimizi sormaya çalışıyoruz. Mea Chaem isminde ki kente nasıl gideceğimizi soruyoruz. Bu kente bu gün varmamız mümkün olmasada dillerini bilmediğimiz insanlarla anlaşabilmek için yol hattındaki büyük kentlerin isimlerini söylememiz gerekiyor. Yolumuza devam ediyor ve tam yağmurun arttığı zaman bir yol ayrımına geliyoruz. Yol ayrımındaki bir tabela yolculuğumuzu daha da ilginç hale getirecek gibi görünüyor: “tayland’ın en yüksekteki okulu; ücretsiz kamping. 16km”.

En yüksek tepeye tırmanmak isterken 2 gün öncesinden böyle bir jest ile karşılaşmak ancak bu ülkede olabilir. Hiç düşünmeden 16km daha devam ediyor ve bu yükseklerdeki okulda kamp kuruyoruz.

Hava o kadar sisli ki, akşam gökyüzü sanki gündüzmüş gibi aydınlık görünüyor. Gece ilerleyen saatlerde üzerimizdeki aydınlık yer değiştirip duruyor ve bir süre sonra kayboluyor. Bu rakımdaki okulun atmosferi gerçektende çok ilginç geliyor bize. Sabah olduğunda çok erkenden, daha sabahın 6sında okula gelen çocukların gülüşmeleri ile uyanıyoruz. Tayland’da hayat erken başladığından olsa gerek, tarlalara, işlerine giden aileler çocuklarını bu saatlerde okula getirip bırakmaya başlıyorlar.

Yola başlıyoruz. Daha inişe yeni başlamışken yol üzerinde bir tropikal bahçe olduğunu görüyor ziyaret ediyoruz. Burada çeşitli orkideler ve daha bir çok tropik bitki sergileniyor. Ne var ki zaten tropik bir iklimde olduğumuzdan tropik bir bahçenin içinde olmak bize çok farklı gelmiyor ve aylardır gördüğümüz bitkilerin benzerlerini görüyoruz. Bazı çok özel bitkiler için iki tane kapalı bahçe hazırlanmış. Bu odalar bizdeki tropik bahçeleri andırıyor. Ne var ki burada iklim uygun olduğunda bu bahçeler sadece çitlerden ve yarı kapalı bir çatıdan oluşuyor. Bizdeki gibi tamamen kapalı, klimalı bir ortam yaratmaları gerekmiyor.

Bahçenin ardından inişli çıkışlı yollarla ilk yol ayrımına kadar geliyoruz. Buradaki bir lokantada yemek yedikten sonra yola devam ediyor ve Mae Chiam’a erken varıp ertesi günkü uzun tırmanış için enerji toplamak istiyoruz. 15km kadar devam ettikte sonra Doi İnthanon milli parkına ait ikinci kontrol noktasından geçiyoruz. Buradan sonra bilet almamız şart oluyor. Fakat biletler 5 gün geçerli olduklarından bizim için bir sorun olmuyor.

Tam bu noktada bir hata yaptığımızın farkına varıyoruz. Biz planladığımız gibi Doi İnthanon dağının etrafında dolanmamışız. Zirveye çıkan yoldan 10km kadar önce, geceği geçirdiğimiz, taylandın en yüksekteki okulununda bulunduğu yola sapmış ve doi İnthanonun zirvesine çıkan yola gelmişiz. Böylece gitmeyi planladığımız kent dağın diğer tarafında kalmış ve bu kente gitmek için önce dağın zirvesinin yakınından geçmemiz gerekiyor. Bulunduğumuz yerden itibaren zirve sadece 9km tırmanış var. Gitmeyi planladığımız kent ise buradan 22km uzaklıkta. Bu durumda mecburen daha kısa mesafede ki zirveye tırmanmaya ve kamp yapıp yapamayacağımıza bakmaya karar veriyoruz.

Bizi tek üzen şey ise onca hazırlıktan sonra bizim için özel olan bu zirveye yanlışlıkla gelmiş olmamız. Daha önce tanıştığım bisikletçilerden aldığım bilgilere göre yaklaşık 8 saat sürecek olan zorlu tırmanışı fark etmeden geride burakmış ve zirvenin 9km yakınına kadar gelmişiz. Bundan sonra olsa olsa 2 saat tırmanış yapar ve zirveye çıkmış oluruz.

Biraz hazırlıksız olsakta hızla tırmanışa başlıyor ve arada ufak bir molanın ardından Tayland’ın en yüksek zirvesine ulaşıyoruz. Geçtiğimiz yollar Türkiye sahillerine kışın yağmur altında ki Antalya yollarına benziyorlar. Bu kadar yüksekte 2500m rakımında bunu hissetmeme neden olan şey bu yolların iki tarafını kağlayan çam ağaçları. Burada 1000m rakımından sonra iklim soğuyor ve değişik bir bitki örtüsüne bürünüyor ve çam ağaçları bu bitki örtüsünün en tanıdık bireylerinden oluyorlar. Yol kenarındaki sararmış yapraklar ve arada sırtımıza dökülen ve bizi kaşındıran polenler eşliğinde bu yol bana eski anılarımı, sahiil yolundan Antalya ‘ya kadar kasım ayında, aralısız yağan yağmurda yaptığımız bir turu anımsatıyor. Ben ilk vardığımdan bisikletimi klitliyor ve buraya kuş fotoğrafları çekmek için gelmiş iki thai ile sohbete başlıyorum. Bu iki kişi öyle güzel makinalar ile fotoğraf çekiyorlar ki kullandıkları malzemeleri kıskanmamak elde değil. Ne varki kullanmış oldukları 500mm nikon objektifler neredeyse benim bisikletim kadar ağırdırlar.

Elif geldikten sonra kamp için uygun bir yer bulup bulamayacağımıza bakıyoruz. Görevliler bize kamp için aşağıya inmemiz gerektiğini söylüyorlar. Bilet aldığımız noktayı geçtikten sonra kahvaltı yaptığımız, yol ayrımındaki lokanta ile tropik bahçe arasında bir yerde bizimde geçerken gördüğümüz bir kamp yeri olduğunu, orada kalabileceğimizi söylüyorlar. Neredeyse 20km geri dönmektense 22km ilerideki Mea Chaem kentine ilerlemek bizim tek çaremiz oluyor. Aşağıya 9km inip batıya doğru giden Mae Chaen yoluna sapıyoruz. Tayland’da gördüğüm en dar ve en virajlı yollardan birisi olan bu 22km lik yol benim hayatım boyunca geçtiğim en zevkli yol oluyor. Yolun bütün zorluğuna rağmen hızım zaman zaman 70km/h’in üzerine çıkmış ve yol hiç durmadan 22km boyunca indiğinden kısa sürede bitiyor.

Mae Chaeme girince karnımızı doyuruyor ve kamp için bir yer ayarlıyoruz. Buradan sadece 60-70km batıya devam edersek Burma sınırına paralel giden ve daha önce geçtiğimiz Mae Sariang, Mae Hong Son arasında ki yola Khun Yuam kentine varıyoruz. Bizim daha önce geçtiğimiz yerlere bu kadar yakın olan bir başka yoldan, güneye doğru, daha önceki yola paralel şekilde ineceğiz ve 4 ay önce gördüğümüz dağların diğer taradından geçen yollarda ilerleyeceğiz.

Doi İnthanon o kadar soğuktu ki daha zirvedeyken Mae Chaem’deki kaplıcanın hayalini kurmaya başlamıştık. Ne var ki Mae Chaem şehir merkezinden 40km daha dışarıda olan bu kaplıca için bir gün daha beklememiz gerekiyor. Neredeyse 3 aydır bir kaplıcada kalmadığımızdan kaslarımızı iyice yumşatana kadar uzun uzun sıcak sularda kalmanın hayalini kuruyoruz.

Sabah bisikletlerimizi hazırlayıp yol koyuluyoruz. Bu yol boyunca yüzlerce tarlanın arasından geçiyoruz. Tarlalarda kabak ve soğan yetiştiriliyor. Tayland’ın ortalamasına baktığımızda daha serin olan bu bölgede ender yetişen değerli bitkilerin üretildiğini anlamak kolay oluyor. Zaten burada ki tarlaların hemen hepsinde yağmuru bekleyip riske girmemek için yapılmış sulama sistemleri var. Burada da bana Türkiye’yi hatırlatan bir görüntü görüyorum. Burada daha yeni tohum ektikleri tarlaları serin ve nemli tutabilmek için üzerlerini sararmış saman benzeri bir ot ile örtüyorlar. Tohum ekilmiş olan bütün tarla üzerine örtülmüş olan saman yüzünden sapsarı görünüyor. Aynen yeni biçilmiş bir buğday tarlasını hatırlatan bu tarlalar yol boyunca sağlı sollu ilerliyor, yanlarında ki boş, toprak rengi tarlalarla, ilerlerde uzanan yeşil dağlarla ve tabi ki Doi İnthanon’un zirvesi ile birlikte bizim bol fotoğraf çekebileceğimizi etkileyici görüntüler olarak aklımızda kalıyor.

Kaplıcaya bu şekilde geliyoruz. Sadece 2 km geride kaplıcaya yakın bir köy var. Ufak bir köy olmasına rağmen köyün tapınağı bizim kalabilmemiz için uygun gibi görünüyor. Kaplıcada 2 saat kalıp iyice gevşedikten sonra bisikletlerimize atlayıp tapınağa gidiyoruz. Kaplıcaların tek kötü yanı çıktığınız zaman bisiklete binemeyecek kadar hamlamış olmanızdır. Bu yüzdende kaplıcalara gireceksek eğer ya kaplıcada kalmamız yada bir kaç km uzaklıktaki bir yerde erkenden uyumamız gerekiyor. Bütün bu koşulları yerine getirebilirsek eğer yeniden doğmuş gibi ertesi gün dinç ve dinlenmiş olarak kalkıyoruz.

Ertesi gün sabah kalkıp dün alışveriş yaptğımızı ve yemek yediğimiz lokantaya gidip kahvaltımızı yapıyoruz. Bu gün sabahtan elektrik yok. Ne zaman elektrik geleceğini sorduğumuzsa akşam saat 6’da elektriklerin geleceğini söylüyorlar. Belkid bur köye günün belli saatlerinde elektrik veriliyordur, belkide bu kesinti bu güne özgüdür. Bunu öğrenemesekte bulunduğumuz köyün çok ufak oluşu, sadece yol üzerindenki bir kaç evden oluşması yüzünden ile bu elektrik kesintisi bize çok olası geliyor. Yemeklerimizi yiyip biraz gevşedikten sonra bu küçük köyde bir gece daha geçirmeye karar veriyoruz ve  lokantada biraz meyve yiyip oyalanıyoruz. Oturduğumuz lokanta aslında yol kenarına yapılmış olan bahçeli bir ev. Bu evin ön tarafındaki bahçe hem mutfak hemde müşterilerinin oturabileceği bir lokanta gibi kullanılıyor. Ayrıca bu evin önünde poşetler içinde çeşitli meyveler, sebzelerde satılıyor. Biz bugün yemeklerimizi yerken büyük bir araba bu lokantaya satılması için kilolarca mantar bırakıyor. Bu mantarlardan bir çeşidi belkide 25cm çapında ve bizim köy mantarları gibi etli bir yapısı var. İkinci tip mantar ise şirinlerin evleri gibi sevimli mantar formunda ama bu sevimliliğine tezat insanın bazılarının tek elle tutamayacağı kadar büyükler. Bu mantarların bir kısmıda kırmızı, turunc arası tehlike işareti olan renkteler. Biz yanda yanan ve üzerinde domuz ve tavuk pişirilen mangalı gösterip mantarları pişirmek için kullanıp kullanamayacağımızı soruyoruz. Kullanacağımızı öğrenince şu ilk bahsettiğim bizim köy mantarlarına benzeyenlerden iki torba ayırtıyor ve öğleden sonra 4’te tekrar lokantaya gelip mangalda pişirmek üzere anlaşıyor ve tapınağa geri dönüyoruz.

Tapınakta Elif Japonca çalışmaya bende yeni yazıyı yazmaya kendimizi o kadar kaptırıyoruz ki kaplıcaya tekrar gitmeyi unutuyoruz. Saat tam 4 te mangalda mantar yemek için tekrar lokantaya gidiyoruz. Tayland mutfağında neredeyse her şeyi mangalda pişirmelerine ve bu çeşit çeşit lezzetli mantar türlerine sahip olmalarına rağmen bizim gibi mangalda kızarmış mantar yapmıyor olmalarına şaşırıyorum. Burada gördüğüm mangalda pişirilen tek mantar türü kalamar içine doldurdukları uzun ve incecik mantarlardan yaptıkları bir yemekti. Bunun dışında bu iri, etli mantarlı mangalda pişirmek Thai halkının damak tadına pek uymuyor anlaşılan.

Mantarları büyüleyicei güzellikte çıkıyorlar. Elif’le bilmediğimiz bu mantarları fazlasıyla yiyerek midemizi rahatsız etme riskine giriyor ve iki torba daha mantar sipariş ediyoruz. Böylece torbalar dolusu mantar ile karnımızı tıka basa doyuruyoruz. Aslında mantar sindirimi zor bir besindir. Eğer yediğiniz mantar daha önce denemediğiniz bir türse, zehirlenme benzeri bir etki yaratabilir. Kuala Lumpur’da kaldığımızda bilmediğimiz bir mantar türünü satın alıp yemiştik. Bu alışık olmadığımızı bir mantar türü olduğundan ve biraz fazla yediğimizden bizi rahatsız etmişti. Mantar zehirlenmesi geçirmiş olabileceğimizi düşündüğümüzden bu güne kadar bir daha mantar yememeye dikkat etmiştik. Ama bu gün yediğimiz mantarlar hayatımda yediğim en iyi mantarlardı. Ve aradan 6 saat geçmiş olmasına rağmen en ufak bir rahatsızlık yaratmadılar.

Milli parklar

This slideshow requires JavaScript.

Tayland’da National parklarda bol bol kamp kurduğumuzu biliyorsunuz. Burada ki park sayısı o kadar çok ki biraz araştırma yapma ihtiyacı duydum

Rakamlar şöyle

Ülkelere göre dünyada ki National park sayıları.

Australia: 160+89=249

Çin: 185

Japonya: 85

Tayland: 102

Arjantin: 29

Brazilya: 57

Türkiye: 33 adet, (bizde ki kaynaklara göre ise 40 ama bütün bilgileri aynı kaynaktan aktarmayı tercih ettim)

Listeye bakılınca Tayland’ın yüz ölçümüne göre dünyanın en fazla Milli parkına sahip ülkelerinden birisi olduğunu anlamak kolay. İşte bu yüzden de biz hergün en azından 2-3 adet milli park tabelasının önünden geçebiliyoruz. Şehirlerin arası bu parklar ile bölünmüş olduklarından bu milli parklarda şehirlere girmeden önce kalmak mümkün oluyor. Tabi bunun yanında 60 kadar Forest park dedikleri ufak milli parklarda var taylandda.

Burada ki milli parkların en güzel yanı, hem şehirlere çok yakın olması, hemde yola yakın olmasıdır. Bu yüzden de çok rahatlıkla bir dağın eteklerinde ki milli parka ulaşmak mümkündür.

Türkiye’deki milli parklarımızın çoğunun sonunda ise Dağ kelimesi vardir. Boz Dağ, Bey Dağ, Ulu Dağ, Ağrı Dağ vs liste uzar gider. Bu durum tesadüf değildir. İnsandan uzak zirvelerdeki bu parklar sanki hayatta zor zor kalmışlar gibidir. İleride ki 100 yıl içinde milli parklarımızın sayısının artacağını mı, azalacağını mı sormak sanırım yersizdir.

Bir ikinci fark ise, milli parkların halk için buluşma alanları oluşu. İnsanlar bu parklarda çok ucuza kalabildiklerinden ve konaklama ve yemek imkanları olduğundan bu bölgeler sosyal mekanlara dönüşmüşler. Bunda parkların şehirler ile neredeyse iç içe oluşununda etkisi var. Mesela Doi Suthep milli parki şimdi bulunduğumuz kente sadece 6km mesafede. Tayland’ın en büyük dağınında bulunduğu Doi İnthanon Milli parkı ise 50km mesafede. Ve bu bölgenin çevresinde 50km lik bir çember çizerseniz bu çember 4-5 tane milli parkın içinden geçecektir. Burasını örnek vermemim sebebi burasının Tayland’ın Ankarası, yani ikinci büyük kenti ve bir üniversite şehri olmasıdır.

Brazilya ve Arjantinin durumuna bakınca aslında Türkeye’nin o kadar da kötü olmadığını düşünebiliriz. Ama bunca doğal güzelliğimiz varken bence insanlarımızı daha çoğunu haketmekteler.

Ufak bir dip not: Tayland yüz ölçümü olarak Türkiye’den çok daha ufak bir ülkedir.

Chiang Mai’de Bazı Eski ve Yeni Dostlar

This slideshow requires JavaScript.

Chiang Mai’ye gelir gelmez eski kenti buluyor ve ardında otel bile bakmadan, yüklü bisikletlerle vizelerimizi uzatacağımız immigration ofisine gidiyoruz.

Burada büyük bir kalabalık var. Sabah daha erken olduğu için işimizi hemen halletmek istiyoruz. Çünkü vize uzatma işlemi bir günden fazla sürecek olursa, ertesi gün yani Cuma günü vizeyi alma yada eksiklerimizi tamamlama şansımız olacak. Fakat eğer bugün dinlenir ve yarın vize uzatma başvurusu yaparsak, bir aksilik olması durumunda pasaportlarımızı almak için pazartesiyi beklememiz gerekir.

Bisikletleri kilitleyip içeri girdiğimizde tam kapıda iki kişi bize yardımcı oluyorlar. Hangi formu dolduracağımız, sıra numarası almamız gerektiğini ve yaklaşık 2 saat bekleyeceğimizi bize anlatıyor. Bisiklet üzerinden telaşla inmişken bu kadar acele etmemizin gereksiz olduğunu ve aksine vakit öldürmek için oyalanacak bir şeyler bulmamız gerektiğini hemen anlıyoruz. Sohbet etmek en iyi çözüm. Bize yardımcı olan kişilerden birisi hep gülen gözlerle bakıyor insanlara. Burada dünyanın en sıcak, en cana yakın insanlarının bulunduğu ülkelerin birisinde gezerken, onlardan çok daha içten ve samimi bakan bu kişi bir süre konuştuktan sonra nereli olduğumuzu soruyor. Türkiye deyince de bizimle türkçe konuşmaya başlıyor. Tabi bu sıcak ve gülümseyen gözlerin Türkiye’ye ait olamayacağını hemen anlıyoruz. Bu arkadaş İranlıymış ve yıllar önce ülkesini terk etmek zorunda kalmış, Türkiye’ye gelmiş. Burada Ankara ve Amasya’da kaldıktan sonra Norveç’e gitmiş. Çok fazla konuşacak şey bulduğumuzdan ve Türkçe konumayı özlediğimizden olsa gerek sohbet saatlerce devam ediyor. Türkiye’ye en son ne zaman geldiğini soruyorum. “Bak” diyor “ Tanıştığım her Türk’e söylerim, bilsinler; Türkiye’de hayatımın en zor iki yılını yaşadım. İranı terk ettikten sonra ne ev, ne para herşey gitmişti. Türkiye’ye geldim. Devlet çok az para veriyordu. Çalıştım iş buldum. Ama inanır mısın beni iki ay çalıştırdıkdan sonra paramı vermediler. Git dediler.” Bunlar tabi çok uzun zaman önce yaşandığından ya da Ziya’nın gülen gözlerinden dolayı olsa gerek, Ziya bunları çok doğal ve sinirlenmeden anlatıyor. Sonrası yani Norveç ise büyük bir fark olmuş onun için; bir kurtuluş. Taksi şöförlüğü yapmış ama oraya gittiğinde herşey hazırmış. Önce dil kursu, kalacak yerleri, işi, eğitimi, çocuklarının okul işlemleri, ki kızı önümüzde ki sene doktor olacakmış, herşey o gelmeden ayarlanmış. Ne var ki Norveç “soğuk, yaşanmaz” diyor. Ziya bizden önce geldiğinden pasaportunu alması bizden bir saat önce bitiyor. Bizde pasaportlarımızı sorunsuz aldıktan sonra, güzel bir otel bulup yerleşiyoruz. Guest House Chok Dee. Eski kent içinde ki Guesthouse bir bahçenin arkasına gizlenmiş ahşap bir yapı. Bizim için hem çalışacak, kitap okuyacak, bilgisayarda bir şeyler yazacak sakin yerler hazırlamışlar gibi. Hemen otelimize yerleşiyoruz. İyimce bir temizlendikten sonra uzun sürenin ardından tekrar bir şehirde, bir yatakta uyuyor olmanın tadını çıkarıyoruz.

Ben iki gün sonra sabah erken kalkıp bu yakınlarda ki Doi Sutemp tepesine tırmanmak istiyorum. Elif otelde kalmayı ve bir şeyler okumayı tercih ediyor. Yeni bisikletimi daha önce hiç boş kullanmadığımdan bisiklet ok garip bir his veriyor bana. Sadece 2-3kg lık gidon çantam takılı olduğundan bütün yük gidon ve ön tekerde birikiyor ve bu yüzden de gidon sağa-sola kaymaya çok yatkın. Bisiklet üzerinde ellerinizi bırakıp gidebilmeniz ancak çok yüksek hızlarda mümkün böylesine dengesiz bir durumda. Ayrıca yüklü bisiklette ayağa kalkıp pedallara yüklendiğimde, bisikleti gereğinden fazla yatırmaya alışmışım. Çünkü yüklü bisikletin yana yatması daha uzun sürdüğünden pedala yüklenmeye alışmış ve bisikleti dik tutmaya çok fazla özen göstermemişim. Bunu tırmanışa çıktığımda anlıyorum. Ayağa kalkıp pedal çevirince neredeyse bisikletten düşecek gibi hissediyorum. Fakat bu duruma, yeni bisikletime 10dk içinde alışıyorum. Tırmanışı 15-16km hızla yapmaya çalışıyorum. Bu yüzden de 2-3 km içide 15 kadar bisikletçi geçiyorum. Bu gün Cumartesi olduğundan burası, tepeye çıkan bisikletçi kaynıyor. Sadece bu gün bu tepede 200 tane bisiletçi olmalı en az. Çok geçmeden 3.km de iki tane tur yapan bisikletçi görüyorum. Kızlar Yeni Zellanda’lıymışlar. İkisinde de Surly bisiklet olduğunda komik, fabrikadan çıkan aynı model bisikletler gibi görünüyoruz. Tırmanışı beraber yapıyoruz. Kızlar bu sene okulu bitirmişler, yeni birer dişçiymişler. İkiside Triatlon yapıyorlarmış ki benim konuştuğum kız yarı ironman olarak koşuyormuş. Biraz sıkıştırınca, iyi bir atlet olduğunu söyluyor. Antenmanlarını soruyorum. Her hafta 400km bisiklet 40-60km koşu ve 25km yüzme yapıyormuş. İkincisi ise daha çok dağ bisikletine meraklı, heyecanlı birisi, yerinde duramıyor gibi geliyor insana ilk görünüşte. Sadece 150 boyunda en ufak bisiklet kadrolarını kullana bilecek birisi fakat bisiklet üzerinde de bir o kadar iyi bir dengeye sahip. Tepe hep beraber çıkıyoruz, toplamda 17km tırmanış yapmışız. Şimdi ufak sohbetimizi tamamlayıp inişe başlıyoruz. 17km iniş. Son sürat, bisikletler boş olduğu için fren mesafelerimiz çok daha kısa, bu fırsatı ve bomboş geniş dağ yolunu değerlendirip frenleri neredeyse hiç kullanmadan, önümüze geçen her arabadan daha hızlı bir şekilde iniyoruz. Önümde ki kız kısa boylu olanın hız delisi olduğu belli. Bisikleti iyice yatırıyor ve kendini riske atmaktan çekinmiyor. Diğeri ise garantici biraz. İnişten sonra 10 dk bekletiyor bizi. Ne var ki daha inişin ilk çeyreğinde önümde ki bir iki kişi bir virajı genişten almaya başlıyoruz. Ben gereğinden fazla hızla viraja girdiğimi anlıyorum. Bisikleti riskli şekilde yatırıyorum. Önümde ki kız ise bisikleti yatırmakta geç kalıyor ve hafiften yol kenarına doğrı kaymaya başlıyor. Yolun kenarı nemli çam ( bu yükseklikte Tayland dağlarında çam ağaçları görmek mümkündür) yaprakları ile kaplanmış durumda. Bisikleti o yaprakların üzerinde de gitmeye başlıyor. Her şey o kadar yavaş oluyor ki, nefesimi tutarak film seyreder gibi izliyorum. Yandaki barıkata iki parmak kalacak kadar bir mesafede bisikleti toparlıyor ve düşmeden virajı alabiliyor. Biraz ileride durduğumuzda kazayı atlatabildiği için inanılmaz heyecanlı bana gördün mü neredeyse düşüyordum diyor. Dedim ya kız çok hareketli hiç uslanmadan daha hızlı bir şekilde inişe devam ediyoruz. Bu sefer ben önde gidiyorum ve ikimizde daha dikkatliyiz. Böyle inişlerde bisikletin frenini kullanmayı insan hiç istemez. Hep daha hızlı olmak ister. Bizde sadece 17km olsada bu zevki doyasıya yaşıyoruz.

Vedalaşıp ayrıldıktan sonra otele dönüyorum. Elif’le dışarıya çıkıyoruz. Tam otelin olduğu sokağın köşesinde bizim Ziya ile karşılaşıyoruz. Yanında sevgiliside var. Tekrar güzel bir sohbet yapıyoruz. Bize ilerideki kebapçıdan bahsediyor. On numara çocuklar diyor. Elif’le hadi bir de kebapçıya uğrayalım diyoruz. Ali, Ömer ve Bünyamin ile böylece tanışıyoruz. Ali İzmirli olduğundan daha bir sıcak geliyor bize. Yaşadığım şehirden birisi ile konuşacak daha çok şey var. Birde tam kahvaltılarına denk gelmişiz. Melemen, zeytin, peynir, zeytin yağı ve fırından çıkmış taze ekmek. Bir çay demlemişler ki nerdeyse 8 ayda tamamen unutmuşuz bu tadı. Chiang Mai’de güzel sohbet edip çaylarımızı yudumluyor ve akşam marketine gidiyoruz. Marketin girişinde sabah bisiklete bindiğim ve Elif’e henüz anlattığım kızlarla karşılaşıyoruz. Elif nedense kafasında çok iri iki insan canlandırdığından şaşkınlıkla kızlara ben sizi çok daha iri bekliyordum diyor. Elif’in kırdığı bu ufak pot sadece gülüşmelere sabep oluyor. Güzel bir sohbetin ardında biz pazara dalıp karnımızı iyive doyuruyoruz. Elif’e bugün herkesi gördüğümüzü söylüyorum. Artık Chiang Mai’de her km de tanıdık bir yüz görüyoruz.

Otele dönüş yolunda tam köşede bir tur bisileti görüyorum. Ortlieb çanta bisikletin üzerinde ve kırmızı renk, sanki birisi benim çantamı yürütmüş gibi hissediyor ve çantaya odaklanıyorum. O da ne! Beraber kambaçyada aynı otelde kaldığımız, doğum günümüzü kutladığımız kişi, Daniel. İspanyol bisikletçi ile sohbet ediyor ve yarın aynı yerde buluşmak üzere sözleşşiyoruz. Yarın Anna’da gelecekmiş. O da bizimle beraber aynı otelde kalmış bir başka İspanyol bisikletçiydi.

Sabah buluşup bisikletlerle yakınlarda ki bir şelaleye gidiyoruz. Şelalenin tam tepesinde doğal bir havuz var, bu havuza tırmanmak için bisikletri bağlayıp tırmanış için bir patika seçiyoruz. Zorlu bir tırmanış ardında şelalenin daha yavaş aktığı havuzda yüzüyoruz. Nehrin aktığı bir köşeden kaydırak gibi kayarak havuza düşmek mümkün. Tren gibi arka arkaya dizilip buradan kayıyoruz. Hava sıcakken bu kadar serin bir yerde eğlenmek bize iyi geliyor. Daha sonra onlar yemek yemek için şehire, bizde Doi Sutemp tepesine tırmanmak için diğer yöne hareket etmeye karar veriyoruz. Milli park içinde ki bisikletlerimizi alıp ana yola gidiyoruz. Annanın ne kadar yi bir dağ bisikletçisi olduğunu o zaman görüyoruz. Milli parkın bu kısmına dar merdivenler ve yollar yapmışlar. Anna buradan bisiklete binerek geçiyor. En sonunda ise 7 basamaktan oluşan ve her basamağı bir karıştan fazla olan taş bir merdiven var. Merdivenin bir kenarında oturan insanlar, tam bittiği yerde de 3m aşağıda akan bir nehir var. Anna buradan da bisiklet ile iniyor. Fakat bu sefer nehire düşmekten son anda kurtuluyor.

Biz Elif ile birlikte tımanış yapıp otele dönüyoruz. Bu arada 3gün önce Anna’nın başından geçen kötü bir olay olmuş. Yolda birisinin saldırısına uğramış. Burada kauçuk ağaçlarını çizmek için kullanılan satır benzeri bıçaklarla delinin teki Anna’ya saldırmış. Anna bisiklete binerken yüzü kar maskesi ile kapalı birisi onu 20dk takip etmiş. Ardında da ona satırı sallayarak onu bisikletten düşürmüş. Bu sırada da kendiside düşmüş. Anna yolun diğer tarafında bir firman binasının içinde kadar kaçmış ve içeriye gizlenmiş. Adamda elinde satır arkasından. Aynı korku filmlerinde ki gibi. Adam daha sonra kaçmış tabi. Polisler gelmiş. Ambulans vs. Olay daha 3 gün önce olduğunda Anna’daki morluklar henüz iyileşmemişler. Bu olaydan sonrada Anna otobüs ile Chiang Mai’ye gelmiş.

Otelimizde yan komşumuz olan ve hayatın anlamını aramak için buralara kadar gelmiş bir kız kalıyor. Tibete bir kaç yıl kalmış, burada da söylediğine göre 5 senedir kalıyormuş. Şimdi 25 yaşında olduğuna göre, 17 yaşından beri bu arayışın içindeymiş. Bizim bisiklet turu yaptığımızı öğrenince çok imreniyor açıkcası ve kendi değimi ile “real life” denilen şeyi bulduğumuzu düşünüyor. Bize bunu anlatırkende biz gülmemek için Elif ile dudaklarımızı ısırıyoruz, göz göze gelmekten kaçınıyoruz. Buraya gelipte şu “real life” denilen şeyi arayıp duran o kadar çok insanla tanıştık ki, budist rahiplerde o gerçeğin ta kendisini bulacaklarını sanarlar. Bizim tapınaklarda kalmamız, rahiplere bu kadar yakın olabilmemiz onların gözünde bizi çok farklı bir konuma yükseltir. Böyle insanları görünce, dinin nasılda bu kadar güçlenebildiğini anlıyor insan.

Şu gerçek yaşam fikri bana her zaman uzak kalmıştır. Ben çalışmayıda gezmeyide seven birisiyim. Sadece gezerek gerçeğe ulaşabileceğimi düşünmem bile. Benim gerçek hayatımda çalışmakta var, üretmekte var ne yazık ki. Hiç bir şey üretmeden yaşamak bana göre değildir bu yüzden.

Geert’ın maili, devam eden aksilikler

Geert’tan gelen maili okuma şansımız oldu sonunda. Bugün Chiang Mai’deyiz. Mail bizden ayrıldığı günden bir iki gün sonra atıldığına göre Geert’in mailini 2haftaya yakın bir züre okuyamamışız.

Mailde anlattığına göre bizden sonra da aksilikler peşini bırakmamış ve daha ilk gün 3 tane jant teli kopmuş. Yeni bir bisiklet aldıysanız bu türden bir aksiliğin başınıza gelme olasılığı çok düşüktür. Geert ilk bisikletinin başına gelenleri biliyorsunuz. Bangkok yakınlarında kadrosu kırılmıştı. Bu aksilikten sonra geert yeni bir bisilet almış ve trenle Nong Khai, yani bizimle ilk tanıştığı yere gelmişti. Bizim aramıza katıldıktan sonra da sadece 1 hafta kadar bisikletini kullanmış ve jant telleri buna bile dayanamamıştı.

Geert’ın çok fazla eşyası olduğunu ve kendisinin biraz ağır olduğunu düşünmek mümkündür. Fakat ne kadar olursa olsun, Geert sanırım 80-90kg arasındadır, eşyalarıda bisikleti ile beraber 30kg’dan daha fazla gelmez. Bu durumda da en kötü ihtimalle 120kg herşey dahil bir ağırlık ile düz, asfalt yolda seyahat etmek bisilet için çok fazla bir zorlama oluşturmaz. Geert’in başına gelen bir şanssızlıktı.

Fakat bir diğer yandan da arkadaşımızın şansılı olduğu bir nokta var. Çünkü Geert’ın asıl amacı Laos’a geçmekti. Eğer böyle bir talihsizlik, yani aynı günde 3 jant telinin kopması, Laos’ta başına gelseydi, jant tellerini değiştirmek için bütün Laos’u baştan başa geçmesi gerekecekti. Çünkü benim bildiğim sadece iki şehirde yeni jant teli bulma şansı olacaktır. Benimde yıllar önce jant telim, aynı Laos gibi bela bir ülke olan Kamboçya’da kopmuştu fakat şans eseri bu olay olduğunda ben başkentteydim ve hemen otelimin arka sokağında bir bisikletçide 5dk içerisinde yeni jant telini takmıştım. Bazen bisikletçiler benim gibi şansılı olabiliyor ve size en çok zorluk çıkarabilecek ülkelerde bile işinizi çok kısa sürede halledebiliyorsunuz.

Geert’ta bu konuda bence şanslıyıdı. Çünkü jant tellerini hemen değiştiremesede bir tapınakta durmuş ve budistlerden yardım almıştır. Budistler kendisine yemek vermişler, ayakkabısını onarmışlar (Geert’ın kullandığı şu yeni spd ayakkabılarınında başına gelmeyen kalmadı, fakat bisikletinin başına gelenler beni daha çok ilgilendiriyor) ve onun için bir araç ayarlayıp bisikletini tamir edebileceği en yakında ki kente yolcu etmişlerdi. Bu artık tüm umutların tükendiğini hissettiğiniz, pes etmek üzere olduğunuz bir anda gelen bir yardımdı. Bu tür bir yardım sayesinde, Geert hiç bir şey yapmak istemese de, tamamen tükenmiş olsada, etrafında ona yardım etmek isteyen insanların varlığını bilmek, o insanların sorunları çözüşünü izlemek ve kendini o insanlara bırakmak, sanki bir nehirde sırt üstü uzatnıp suyun akışına kendini bırakmak gibi, rahatlatmış ve tekrar mücadele etmek için gereken gücü bulmuştur. Tüm bunlar yaşandıktan sonra Geert’ın bize yollamış olduğu mail bu yüzden de yeni kararlar ve yeni planlarla doluydu.

Ne kadar zor olsa da Geert gibi plan yapamayı seven, planlarına sadık kalan bir bisiletçi bile bunca aksilikten sonra değişmeyi başardı. Geert bundan sonrası için daha esnek daha serbet hareket edecektir ve Laos’tan, harikalar diyarından, hep bir yerlere geç kalan ve elinde saati ile oradan oraya koşturan tavşan gibi değil, anı yaşamasını bilen ve tadını çıkaran birisi gibi geçecektir.

Laos’ta bir yerlerde bisikletine binen arkadaşımızın başına bundan sonra başka bir aksilik gelmez umarım ve turuna ve planlarına kadldığı yerden devam eder.

Phitsanulok – Chiang Mai Bazı Fotoğraflar

This slideshow requires JavaScript.

Horoz Dergisi

This slideshow requires JavaScript.

Si Sanchanalai’den ayrılıp Sawankhalok’a doğru yola çıkıyoruz. Sawankhalok aslında gitmek istediğimiz bir noktada değil çünkü buraya gitmek için kuzeyden güneye doğru dimdik aşağıya inmemiz gerekiyor. Bizim asıl amacımız vizemizi uzatacağımız Chiang Mai’ye varmak. Bunun içinde kuzeye doğru gitmemiz gerek, güneye değil. Ne var ki Chiang Mai kuzeyin başkenti denilen, ülkenin en büyük kentlerinden birisi. Eğer buraya ulaşmak için ana yolları kullanırsak önümüzde ki 3-4 gün trafiğin içinde bisiklete binmemiz gerkecek. Bu Tayland’da ki son ayımızda yapmak isteyeceğimiz türden bir bisiklet turu olmayacaktır. Bizde vakit sıkıntımız olmadığı için yolu uzatmaya ve Tayland’ın en yüksek dağı olan Doi İntanon’un eteklerinden geçerek, köy yollarından Chiang Mai’ye giriş yapmayı deneyeceğiz.  Bunun için ilk olarak Thoen kentine ulaşmamız gerekiyor ve Thoen’a gitmek için bizim seçtiğimiz yol Sawankhalok’tan geçiyor.

Sawankhalok’a vardığımızda akşam marketine gidip yiyecek birşeyler alıyoruz. Alışveriş işimizi bitirdiğimizde hafifi bir yağmur çiselemeye başlıyor. Bir şeyler yiyip yağmurun geçmesini beklemek için yakınlarda ki bir kafe’ye vardığımızda yağmur iyice şiddetleniyor ve 1 saat kadar kafenin saçağının altında bizi esir ediyor. Kafenin sahibi yaşlı bir amca ve asıl işi soğutucu parçaları satmak ve tamir etmek. Kafe dediğim yer ise tamirci dükkanının önünde ki ufak, ahşap bir tezgahtan ibaret. Burada ki insanların bir çoğu mağazalarının, evlerinin önüne bu tür ufak tezgahlar açıp, kahve, çay ya da ufak atıştırmalık kurabiye gibi şeyler satarlar. Bu yüzden de şihirde sokaklar, kaldırımlar hep yiyecek içicek satan tezgarlarla kaplıdır.

Yağmur kesildiği zaman 5 adet kahve içmiş olmamıza rağmen bizden sadece iki kahve parası isteyen amca ile vedalaşıp yola devam ediyoruz. Yağan yağmur öğle sıcağını azalttığı için bir sonra ki yerleşim olan Thung Saliam’a çok fazla mola vermeden gidiyoruz. Son iki gündür hava hafif bulutluydu ve bu yüzden gündüzleri neredeyse hiç güneşin altında bisiklete binmedik. Nisan ayının o bunaltan sıcaklarından sonra bu kadar serin bir ortamda bisilete binmek bizim için inanılmaz bir keyif oluyor. Saliam ana yoldan biraz içeride yer alan bir kasaba. Tayland’ın bir kaç gündür devam ettiğimiz ara yolları için fazlası ile güzel ve bakımlı olan kasabada bir tapınağın içerisinde ki markette durup uzun bir mola veriyoruz. Burada başımıza toplanan bir kaç çocuk ile bir şeyler konuşmaya çalışıp hep beraber aldığımız meyveleri bitiriyoruz. Ufak çocukların adımızı öğrenebildiklerinde ki sevinçlerini görmeniz gerek. Yemeklerimiz yedikten sonra Elif ile biraz daha yol yapmak istiyoruz. Chiang Mai’ye kadar bir kaç gün tempolu gitmemiz, son 2 günde ise dinlenerek şehre girmemiz gerekiyor. Aksi halde hep geç kaldığımızı, yetişecemeyeceğimizi düşünüp turu stresli bir hale sokabiliriz.

Saliam’dan çıkar çıkmaz bir ormanın içine dalıyoruz. Yol inişli çıkışlı ve yakınlarda bir kasaba görünmüyor. O güzel şehirden sonra bir anda bu kadar ıssız bir ormanın ortasında olmak sanki farklı bir ülkeye geçmek gibi geliyor bize. Yol taşlarından birisinde hayal meyal 25km sonra bir kent olduğunu hatırlıyorum. Fakat yolda ki yol taşlarının hiç birisinde o kentin adını bir daha göremediğimden emin olamıyorum. Kilometre saatimize göre 100.km de ufak bir yerleşim olmalı fakat daha yapmamız gereken 20km yol var ve saat 17:00. Geri dönmek istersek Saliam’a kadar 25km yol yapmamız gerekecek. Biz yolun tam ortasında olmamıza rağmen geri dönmemeyi ileride varlığını sadece tahmin edebildiğimiz kente varmaya çalışıyoruz. Gerçektende tam 100km sonra ilk tarla, ardından ilk ev ve gerçektende km taşlarında adının yer almayışını hemen anlayabileceğimiz kadar ufak bir kent görünüyor. Burada gördüğümüz bir öğretmen bize yardımcı oluyor ve bizi tapınağa götürüyor. Bizim için rahiplerle konuşup geceği tapınakta geçirebilmemiz için izin istiyor. Ayrıca 4km ileride ki evine de konaklamamız için bir kaç defa davet ediyor. Fakat tapınak o kadar güzel ve sakin ki bu nazik daveti çok yorgun olduğumuz bahanesi ile bir kaç defa reddediyoruz.

Akşam ikimizde çok iyi uyumuşuz. Rakım yüksek olduğu için serin, yakınımızda hiç ev olmadığı içinde sessiz sakin bir gece geçirip mutlu kalkıyoruz. Sabah çok fazla vakit kaybetmeden ufak bir şeyler atıştırıp 15-20km uzaklıkta ki Thoen’a gidiyoruz. Thoen’dan sonra ki yolun tırmanışa başlayacağı haritalarımızdan belli oluyor. Bu yüzden de uzun bir süre yemek yemeden tırmanış yapacak şekilde karnımızı doyurmaya ve dinlenmeye özen gösteriyoruz. Yolda ki tırmanış gerşektende uzun yaklaşık 20km. Fakat eğim hissedilemeyecek kadar düşük zirveye geldiğimde benim ortalama hızım hala 17 civarında görünüyor. Gerçektende tırmanış boyunca hızımı hep 15km nin üzerinde tutmam mümkün olmuştu. Elif benden biraz daha sonra tepeye varıyor. Tur boyuna tırmanışlarda ve inişlerde Elif ile birbirimizi beklemiyor, farklı hızlarda serbest bisiklete biniyor fakat zirvede ya da inişin bittiği yerde birbirimizi bekliyoruz. Bu bizim için kural gibi birşeydir. Böylece turda kendimizi çok fazla sıkmadan iki yanlız bisikletçi gibi farklı şeyler görüp faklı anlarda yol alıyoruz. Tepede yokuşun bittiği yerde yeni bir tapınak yapılıyor. Bu tapınakta biraz vakit geçirdikten sonra Elifle beraber hafif bir inişe başlıyoruz. Çok geçmeden gördüğümüz sakin bir köy bize bir gün öncesi kaldığımız sessiz ve serin yeri hatırlatıyor ve geceyi köyde geçirmeye karar veriyoruz. Burada yemek için çok fazla seçeneğimiz olmadığından akşam yemeğimizi hazır çorba ve muz ile geçiştiriyoruz.

Sabah kahvaltı için çok fazla bir imkan bulunmadığından hazır çorba ile güne başlayıp Li kentine kadar devam ediyoruz. Li sadece 18km mesafede bu yüzden de çok geçmeden şehre varıyoruz. Bu gün hava sıcak olacağından bize serin görünen polis istasyonunu kahvaltı için kullanmaya karar veriyoruz. İstasyonda ufak bir piknik yapıp, kahvelerimizi içiyor, kahvaltılıklarımızı tatıştırıyoruz.

Kahvaltımız bittikten sonra 40km kadar hiç durmadan devam ediyoruz ve yol üzerinde ki yeşil bahçesi olan bir benzincide ufak bir mola vermeye karar veriyoruz. Tam kalkacağımız sırada başlayan yağmur kısa kolamızı 2 katına çıkarıyor ve Ban Hong kentine gitmek için biraz daha beklememiz gerekiyor. Yağmur kesildiğinde 40km uzaklıkta ki Hong kentine iki saatten kısa bir sürede varıyoruz. İki gündür devam ettiğimizi 106 numaralı yolun bundan sonraki bölümü, kuzeyin başkenti Mai’ye giden araçlarla dolu olduğundan bisiklete binmek için keyifli olmayacak gibi görünüyor. Kentte geceyi geçirdikten sonra Elif ile yeni bir plan yapıp Chiang Mai’ye hangi gün gireceğimize, hangi yoldan devam edeceğimize karar vermemiz gerekecek. Fakat ara vermeden inişli çıkışlı arazide geçirdiğimiz yorucu günlerin ardından yapılması gereken planlar önemini yitiriyor ve güzel bir akşam yemeğinin ardında ikimizde uykuya dalıyoruz.

Sabah Elif güne kötü bir sürpriz yaparak başlıyor. Elif’in omuzu tutulmuş ve görünüşe göre bu günü bisiket üzerinde geçirmesi imkansız. Bu yüzden de yakınlarda, kent içinde vakit geçirebileceğimiz güzel bir park yada bahçe aramaya koyuluyoruz. Bulduğumuz bir okulun bahçesinde güzel bir ağacın altında ki masalara yerleşip ufak bir piknik yapıyoruz. Okul görevlileri okulda yapılacak çok fazla iş olmadığı için bize yardım etmek için yarışıyorlar adeta. Bize tuvaletlerin ve suyun yerini gösterdikten sonra yarım saat ara ile yanımıza gelip bir sıkıntımız olup olmadığını soruyorlar. Kahvelerimizi demleyip çorbalarımızı içtikten sonra bilgisayarda bir şeyler yazarken büyük bir patlama duyuyoruz. Patlama o kadar şiddetli ve yakın ki titreşimlerini hissedebiliyoruz. Patlamanın ardından okulda ki bütün elektrikler kesiliyor. Görevli daha sonra yanımıza gelip durumu açıklıyor. Bir yılanın elektrik trafosuna girdiğini ve patlamaya sebep olduğunu söylüyor. Görünüşe göre bugünü elektrik olmadan geçireceklermiş. Bu Tayland’da gördüğüm ilk elektrik kesintisi oluyor.  Daha sonra görevli patlama sanki kendi suçuymuş gibi bize yememiz için bir torba mango ve jack fruit getiriyor. Okulda geçirdiğimiz güzel ve doyurucu bir kaç saatin ardından eşyalarımızı toplayıp şehir dışında ki bir tapınağa kadar kısa bir mesafe bisiklet biniyoruz. Hava sıcak olduğu ve Elif’in bisiklete binmesi zor olduğu için elektrik bulunan tapınakta bir mola daha veriyoruz.

Tapınakta bir kaç saat kadar çalışıyoruz. Elif Japoca çalışıyor, bende son günler ile ilgili yeni yazılar yazıyorum. Akşama doğru bir film izleyip kafamızı dağıtıyoruz.  Tapınakta dışarıdan birisi ile tanışıyoruz. İngilizce konuşabildiğinden bizim anlaşmamız daha kolay oluyor. Kendisi budistlerin yaptırdığı dini dövmelerin yapımını öğretiyormuş. Tatoo öğretmeniymiş yani. Elinde ki kitaptan bazı dövme şekillerine bakıyoruz. Bu dövmeler birer dini motiften çok matematiksel formüllere benziyorlar. Bazıları sanki alt alta yazılmış ve toplanmaya çalışılmış rakamlar gibi, anlaşılmaz harflerden,toplama çizgisinden ve çizginin yanında ki elde var bir, elde var iki rakamlarında olşuyor. Bir başkası ise sanki sudoku tablosuna ya da matrix, determinant tablolarına benziyorlar. Bu motifler belli tek tek yada belli kombinasyonlarla vucudu tamamen örtecek şekilde uygulanabiliyorlar. Kitapda ayrıca seks yaşantısı ya da kadın erkek ilişkisi ile ilgili dövmelerde var. Bu tür dövmelerin bir kısmında kadın ve erkek cinsel birleşme halindeyken tasvir ediliyorlar. Bir kısım dövmede ise bazı yazı ve matematiksel formüllere benzer semboller, bazı tabloların içine yerleşirilmiş ve bu tabloların birleşimi penisi ve altındaki testisleri oluşturuyorlar ya da bir diğer tür dövme motifinde ise sanki çıplak bir insan bu büyük yazı tablosunu önünde tutuyormuş gibi, tablonun üst kısmında kafa ve kollar alt kısmında ise bacaklar ve penis yer alıyor. Cinsel yaşantı ile ilgili olan dövmeleri hiç kimsede görmedim fakat bunun sebebi hiç yapılmıyor olması değil, bence sebep yapıldıkları yerler olmalı. Tayland insanının bu tür dövme yaptırmaktan utanacağını yada bunun edepsizlik olarak algılanmayacağını biliyorum. Çünkü daha önce geçtiğimiz yerlerde, mesela Krabi’de bir tapınak tıka basa penis heykelleri ile doldurulmuştu.  İnsanlar cinsel yaşantıları ile ilgili sorunları çözmek için buraya penis heykelleri yaptırıp getiriyorlardı. Bu heykellerin bazıları ise insan boyundan uzundu. Ayrıca ülkenin bu bölgesinde erkekler bellerine kemer gibi ucunda ahşaptan penis heykeli sallanan bir ip bağlıyorlardı. Bu yüzden de bu tür cinsel sembollere karşı Tayland halkı kör gibidir. Diğer tip dövmeleri ise bir çok insanda gördüm. Bunların bir kısmının insanı koruduğuna, bir kısmınında şans getirdiğine inanıyorlar. Bu dövmeler ile vucudunu tamamen kaplamış kişileri neredeyse hergün görebilirsiniz.

Bizim dövme yapan arkadaşımızın ayrıca web siteside tasarlıyormuş. Birbirimizin mailleini aldıktan sonra yukarıda anlatmış olduğum tatoo kitabını getirmesini rica edliyorum. Bu sayede bana ilginç gelen bir kaç motifin fotoğrafını çekebileceğim. Arkadaşımız geri geldiğinde kitabın yanında bir de dergi getiriyor. Kendisinin horoz dövüşü gibi ilginç bir hoa varmış. Ve derginin getirdiği sayısında kendisine ve horozuna iki sayfa ayırmışlar. Horoz dövüşünden hiç anlamasamda bu bölgede her yaştan, her sınıftan insanın horoz dövüşü ile ilgilendiğini biliyorum. İşin asıl güzel olan yanı ise Tayland’da horoz dövüşü ile ilgili bir derginin yayımlanması. Kıyaslayalım bakalım mesela bizde deve güreşi ile ilgili bir dergi yayımlanıyor mu? Yada D&R da göreceğimiz spor dergilerinin sayısı kaçtır? Burada bazen gerçekten de komik sayılacak şeylerin dergilerini görmek mümkün oluyor. Horoz dövüşü dergiside bunlardan birisi. Ne yazık ki bir horoz dövüşü dergisinin ülkeyi kurtarmak, insanları bilinçlendirmek gibi bir gücü yok. Ama buna rağmen burada insanlar bisilet dergilerinden, mimarlık-dekorasyon dergilerine, araba dergilerinden-silah dergilerine, çeşitli hobi dergilerinden-horoz dövüşü dergilerine kadar herşeyi bulabiliyorlar.

Bir şey daha eklemek isterim. Burada anlattıklarım sizde çok iyi eğitilmiş, kültürlü insanlardan oluşan bir ülke izlenimi yaratabilir. Ama yanılırsınız. Tayland’da daha hiç kitap okuyan birisini görmedim. Ne otobüste, ne parkta, ne yolda hiç bir yerde. Burada ki insanlar okumuyorlar. Ancak tek tük japon anime dergilerini takip edenler var. Dünya klasiklerinden, Rus yazarlardan haberleri bile olmayabilir burada ki insanların.  Ama sanırım kitaplar o kadar da çok işe yaramıyorlarmış. Yani kültür denilen şey sadece okumak değilmiş. Kültür aynı zamanda bisilete binmek, deve güreştirmek, ata binmek ve yağ sürüp güreşmekmiş, hat sanatıymış, ebruymuş. Ama bunların hiç birisi ile ilgili bir çaba harcanmazsa, bunların hiç birisinin dergisi yarışmaları, eğitimi olmazsa okunan kitaplarında hiç bir anlamı olmaz. Burada bu yüzden insanlar okumasalarda, golf oynayarak, bisilete binerek, horoz dövüştürerek kendilerini daha çok yönde geliştirebiliyorlar.

Burada ki sistem sanki Tayldandlıların mutfaklarının bir benzeridir. Acıdır. Kim olursa olsun Thai yemeklerini ilk denediğinde acı olduklarında yemek istemez. Yemekler o kadar acıdır ki burada ki bir çok yabancı bir tek özgün yemeği bile tatmadan, sadece fastfood ile beslenip ülkelerine geri dönerler. Fakat burada doğan birisi istesede istemesede bu yemekleri yemek zorundadır. Zaman geçtikçe acı yemeğe alışır ve acı olmadan yemek yiyemez hale gelir. Mesela bir burada geçen ayların ardında yemeklerine o kadar çok alıştık ki Tayland’ı bırakıp geri döndüğümüzde bir süre daha tuzsuz ve yağsız plav yiyeceğiz. Halbuki tuzsuz ve yağsız haşlanan plavı ilk denediğim zaman tadının nasılda çamaşır suyuna benzediğini düşünmüştüm. Burada ki sistem içinde durum bunun benzeridir. Burada doğduğunuz zaman evinizde belkide hiç istemediğiniz şeyler pişiriliyor olacak. Mutfağınızdan sabahın köründe koşmak yada bisiklete binmek çıkacak, akşamları parkta toplu halde spor yapmak çıkacak, horoz dövüşü çıkacak, Thai boks çıkacak, golf, tenis, yüzme ve daha bir çok yemek çıkacak. İlk başta size çok zor gelsede annenizin, yani toplumun sizin için hazırladığı besinleri almak zorunda kalacaksınız. Bir süre sonrada bizim gibi onlar olmadan yapamayacaksınız. Her gün koşmak isteyeceksiniz, bisiklete binmek isteyeceksiniz, akşamları arkadaşlarınızla buluşup horozlar hakkında konuşmaya başlayacaksınız. Ve daha bir çok hobi hayatınızı doldurmaya başlayacak. İşte bence kültür denilen şey birazda evinin mutfağı, yani yaşadığınız ortamın size sağladığı imkanlardır.